Neoliberal devlet politikalarıyla dokunulmazlık kazanan sermaye sahipleri, kapitalist üretim biçimi içinde kendilerine ait “kâr için her yol mubahtır” rolünü rahatça oynayabiliyorlar. Bunu yaparken de gelişim, ilerleme, yatırım gibi kisvelerin arkasına saklanmaktan imtina etmiyorlar.

Bir emek mücadelesi olarak ekolojik aktivizm

MERT KARACA

Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyolojik ve siyasi tarihinde çeper -merkez yahut daha gündelik kullanımıyla kır- kent ikiliği göz ardı edilemez olgulardan biri olmuştur. Bu ikilik emperyalist Batı medeniyetleri için feodalitenin yerini tamamen kapitalizme bırakmasıyla birlikte, yani 18. yüzyılın sonlarından itibaren, etkisini hissettirmeye başlamış olsa da Anadolu coğrafyasındaki karşılığı Cumhuriyet’le birlikte gelen endüstrileşme ve göç olgularıyla birlikte kendine yer bulmuştur. Özellikle çok partili döneme geçişle birlikte DP iktidarı ve onun siyasi mirasçıları -ki bu günümüzdeki AKP iktidarına kadar uzatılabilir- hep bu ikilik üzerinden tartışılmış ve sözüm ona kırsal muhafazakârlığın kentteki ilerlemeci harekete karşı politik galibiyeti olarak yorumlanmıştır. Cumhuriyet tarihi çalışılırken en sık yapılan hatalardan biri de budur. Emeği formülden çıkararak ilerlemeciliği ve demokratikleşmeyi Batı değerlerine indirgeyen bu anlayış siyaseti şehre hapsetmiş, neoliberalizmin ve bireyciliğin güçlenmesine ön ayak olmuştur.

Bu ikiliğin emek hareketiyle kesişimi birçok alanda tartışılabilir. Fakat bu yazıda daha çok odaklanacağım konu gerek Türkiye gerekse dünyada güncelliğini ve etkisini koruyan çevre politikaları ve ekoaktivizm üzerine olacak. Burada asıl tartışacağım şey çevre mücadelesinin algılanışı ve uygulamaları bakımından kırsaldaki emekçilerle kentteki orta sınıfın hangi düzlemlerde ve ne düzeyde ayrıştığı özelinde şekillenecek. Buradan hareketle ana akım, popüler çevre mücadelesine alternatif olarak emek temelli bir çevre mücadelesinin nasıl ortaya konulabileceğine dair fikirlerimi beyan edeceğim. Bu doğrultuda çevre mücadelesine dair hatırlanması gereken üç karakteristik özellik mevcut: (1) İklim krizi ve ekolojik tahribat kapitalizme içkin olgulardır, (2) çevrenin politikleşmesi tarihsel olarak kırsala aittir, (3) popüler ekoaktivizm mücadelesinin en büyük işlevi yeni pazarlar açmaktır.

Kapitalizm ve çevre tahribatı arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi daha iyi anlamak için öncelikle tartışmamız gereken bazı kavramlar var. Bunların başında rekabet geliyor. Rekabet kapitalizmin temel dinamiklerinden biri olsa da sadece kapitalizme özgü bir olgu değil. Materyal kazançlar uğruna yaratılan birçok inanışın ve yapılan birçok savaşın temelini rekabet oluşturuyor. Bu kavramın dayandığı en büyük argüman ise doğal kaynakların sonlu, insanların arzularının ise sonsuz olduğu iddiası. Bu da “Gücü yeten gücü yettiği kadar kendini kurtarsın” anlayışının filizlendiği zemini oluşturuyor. İşte çevre tahribatının kapitalizmle iç içe geçtiği nokta da tam olarak burası. Gerek ilk çağlardan beri süregelen rekabet anlayışı gerekse aydınlanma ile birlikte ortaya çıkan bireycilik sermaye sahiplerinin kendi çıkarları doğrultusunda doğaya karşı işledikleri suçları meşru gösteriyor. Yaratılan kitlesel algıyla birlikte, eğer kapitalist üretim biçimi olmazsa bugün bu vahşi doğa ve onun sınırlı kaynakları nedeniyle birçoğumuz hayatta kalma mücadelesinde dezavantajlı konuma düşeriz inanışı yaygınlaştırılıyor. Çevreye gelecekte telafisi mümkün olmayan hasarlar veren kişilerse onu ehlileştirdiği ve insanlığın hizmetine sunduğu düşüncesiyle kahramanlaştırılıyor.

Bu da bizi üzerinde durmamız gereken ikinci kavrama getiriyor: Kâr odaklılık. Neoliberal devlet politikalarıyla dokunulmazlık kazanan sermaye sahipleri, kapitalist üretim biçimi içinde kendilerine ait “kâr için her yol mubahtır rolünü rahatça oynayabiliyorlar. Bunu yaparken de gelişim, ilerleme, yatırım gibi kisvelerin arkasına saklanmaktan imtina etmiyorlar. Kapitalizmin ideolojik aygıtları olan devlet, eğitim, din, aile gibi kurumlar bu tahribatı meşrulaştıran “Her şey insan için var”, “Her yere fabrika açarsak çok güçlü oluruz”, ya da “Ama o da bir sürü insana istihdam sağlıyor yavrum” gibi klişeleşmiş ama herhangi bir bilimsel, iktisadi ya da ahlaki temeli olmayan değerleri halka empoze ederek suni bir rıza yaratıyorlar. Aslında günün sonunda gerçekleşen şeyse birçok doğal kaynağın tahrip edilmesi ve birçok insanın emeğinin sömürülmesi sonucu birkaç kişinin zenginleşmesinden başka bir şey olmuyor.

Çevre sorunuyla doğrudan ilintili olan bir diğer husus ise üretim. Birçok klasik iktisatçı üretimi insan emeği yoluyla doğanın dönüşmesi olarak tanımlar. Marx bu tahlilleri ileriye taşır ve üretimin kapitalistin peşinde olduğu kârı getiren artık değerin ortaya çıktığı aşama olduğunu gösterir. Tüm bunları çok basit bir şekilde ifade edebiliriz: Üretimin artması demek insan emeğinin sömürüsünün, doğanın tahribatının ve sermaye sahiplerinin kârlılığının artması demek. Bugün dünyada temel ihtiyaçlarına ulaşamayan birçok insan olmasının nedeni üretim miktarındaki eksiklik değil, üretilen ürünlerin dağıtımın sürecinde yaşanan eşitsizlik. Dolayısıyla medyadan ve siyasetçilerden sürekli duyduğumuz “Yoksulluğu, açlığı, hastalıkları bitirmek için sürekli üretmeliyiz” argümanı da doğa katliamını meşru kılan ve kapitalistlere avuçlarını ovuşturan bir söylem. Hem doğa tahribatını durdurmak hem de insanlığın hayati sorunlarını ortadan kaldırmak istiyorsak yapmamız gereken şey üretimi birkaç kişinin kâr edeceği şekilden çıkarmak. Kimsenin kâr etmediği ama herkesin temel ihtiyaçlarına ulaşabildiği miktarda üretimle bugün doğaya verdiğimiz zararı çok ciddi düzeyde azaltabiliriz.

Sermaye sahiplerinin kurumsallaşmış doğa katliamını daha iyi anlamamız için son olarak üzerinde durmamız gereken kavram ise küreselleşme. Bugün birçok Batı ülkesi, özellikle de Kuzey Avrupa ülkeleri, uygulamaya koydukları doğa dostu yasalarla neden oldukları tüm bu tahribatı en azından kamuoyu nezdinde telafi ediyor gözüküyor. Bu yasalarla şirketlere yüklenen büyük sorumluluklar ve gereklilikler hem doğa tahribatının önünde caydırıcı bir güç gibi duruyor, hem de şirketlerden vergilendirme ve cezalandırma yoluyla toplanan bu kaynağın sosyal bir refah devletiymişçesine kullanılacağı vaadi toplumsal ölçekte bir konsolidasyon yaratıyor. Ne yazık ki aslında gerçekleşen, küresel düzeyde uygulanan taşeron üretim biçimiyle birlikte başa çıkması mümkün olmayan çevre sorunlarının güney ve doğu ülkeleri üzerine bindirilmesi oluyor. Bir başka deyişle, Kanada’daki insanlar refah içinde yaşamak için doğada neden oldukları tahribatı görmek istemiyorlar. Bu vicdani sorumluluktan kurtulmak için de üretim biçimlerini ve kâr odaklı değerlerini değiştirmektense “Göz görmeyince gönül katlanırmış” diyorlar ve çözümü Kazdağları’nı talan etmekte buluyorlar. Avrupalı vatandaşlar her gün büyük bir hevesle çöplerini ayrıştırıp doğayı kurtardıklarına inanırken, hükümetleri tüm o çöpleri Türkiye’ye göndererek vatandaşlarının bu rüyasına katkıda bulunuyorlar. Dolayısıyla çevre mücadelesini coğrafi olarak sınıflandırmanın günün sonunda üzerinde yaşadığımız gezegene hiçbir faydası olmuyor. Doğayı tüm dünyada bir bütün olarak ele almak ve onun korunması için mücadele verirken bu bütünlüğü unutmamak gerekiyor. Bu yüzden çevre kriziyle ilgili imzaladıkları anlaşmalarla ve yürürlüğe koydukları yasalarla övünen Batı ülkelerinin küresel ölçekteki ikiyüzlülüğünü asla göz ardı edilmemeli.