Karar vermek, evlilik kararından tutun yemekte seçeneklerden hangisini yiyeceğimize kadar uzanan bir aralıkta cereyan eden bir sürecin belirleyici parçasıdır

Bir evet, sonsuz hayır

Neye evet neye hayır dediğimizin önemsiz olduğu bir zaman var mı? Bu yazının önemli bir bölümünü ilk yazdığım dönemde ülkemizde seçimler olmaktaydı; kimin kiminle ittifak yapacağı, dayanışma halinde olacağı veya destekleyici olacağı üzerine bir söz trafiği vardı. Her tercihin (seçimin) bir evet kararı içerdiğini, hayır kararlarının ise kimseye evet dememe anlamında kullanıldığını, ama hayır dediğimiz dışındaki herkese dediğimiz evet anlamına da gelebileceğini düşünmüştüm.

Haftalık popüler yazılar yazdığımda sanki sadece o an için geçerli bir soruyu ele alıyormuşçasına hissederim, yazdıklarımın daha sonra bir anlamı olmayacakmış gibi gelir. Genellikle de öyledir. Buna bir istisnayı karar mekanizmalarına ilişkin yazılar oluşturuyor. Kararlarımızı nasıl verdiğimize ilişkin tekrar tekrar düşünmekte bir sakınca olmasa gerek. O nedenle eski (bayat) bir yazıyı ısıtıp önünüze getirmeme itiraz etmemenizi rica edeceğim.

Zira, karar vermek evlilik kararından tutun yemekte seçeneklerden hangisini yiyeceğimize kadar uzanan bir aralıkta cereyan eden bir sürecin belirleyici parçasıdır. Bu kararların bir özelliği, seçeneklerden birisini tercih (en azından aynı zaman diliminde) etmek zorunda bırakmaları. Yoksa, yemekleri açık büfede tabağımıza doldurduğumuzda olduğu gibi kendimizi seçim yapmaktan muaf ve özgür hissettiğimiz durumlarda tam bir karar vermemekteyiz. Daha doğrusu karar vermenin sorumluluğunu hissetmiyoruz. Konumuzun dışında tutuyorum.

Ülkemizde sanki daha çok oluyor gibi gelen, sürekli hemen o anda karar vermek gerekiyor diye düşündüğümüz durumlar üzerine düşünelim. Trafiğin, yasaların, toplumsal düzenin, insan ilişkilerinin belirsizliği karar vermeden yapılabilecek, otomatik işlemlerin bile yapılıp yapılmayacağına ilişkin bir ‘boşluk’ ve ‘hemen’lik hissi yaratarak bizi karar ustası yapar. Bu kararların bir özelliği hızlıca verilmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesinin hemen o an yapılmasıdır. Örneğin, trafikte önemli olan bir öndeki otomobili geçip geçemeyeceğinizdir; geçtikten sonra hangi kamyonun altına girdiğiniz ya da öndekinin hangi şarampole yuvarlandığı başka bir dünyaya ait bir mesele olarak yaşanır. Sonuçları hesap edilmeksizin yaşama eğilimini besleyen, ölümün er ya da geç değil de her an gelebileceği hissini içimize gömen bu yaşam tarzı heyecanlı ama bir o kadar da tekinsizdir.

Sürekli stres/alarm hali, basiretimizi bağladığı gibi, beyinsel muhakeme mekanizmalarını ‘kilitler’ ya da devre dışına çıkartır. Belki’ye dayalı sosyal belirsizlik ortamlarında Evet ve Hayır’larımız giderek rastgeleleşir. Alışkanlıklarımız kadar o andaki güvenlik algımız, karşıdakinin inandırıcılığı gibi kaygan göstergeler evet ya da hayır seçeneklerinin arasındaki git gellerimizi belirler. Hayatımızın ilk evet ve hayırlarının ortaya çıktığı yıllarda yaşadıklarımız hayatımızın sonrasına ilişkin ön fikir verebilir.

Konuşmayı öğrenirken, ilk kazanılan kelimelerden birisi “hayır” ve o anlama gelen her şeydir (bkz. “yok”, “yoo”, “ııh” ya da kafayı sağdan sola sallama). Sadece İngilizcedeki “no”nun söyleme kolaylığından değil herhalde... Ağzından çıkan ilk kelimesi, “yedi” ya da “bulut” olan çocuklara da rastladım, ama “hayır” (daha doğrusu o anlama gelen ses ya da sözcük) genellikle ilk sıralarda tercih edilir. İşin ilginci, bu ilk öğrenilen kelime sadece bebeklerde değil, kocaman insanlar için de geçerlidir.

bir-evet-sonsuz-hayir-199815-1.

Yabancı bir dil öğrenirken, hatta dilini bilmediğimiz bir ülkede çarşıda pazarda gezerken, öğrenmeyi tercih ettiğimiz ya da öğrenmeye mecbur kaldığımız ilk kelime “hayır” olur. Üstümüze doğru gelen satıcılara, sataşanlara, yolumuzdan alakoyanlara yüksek sesle “hayır” diyebilmek akıllıca olur. “Hayır”dediğimizde bir fırsat mı kaçırırız? Yoksa, riskli ya da tehlikeli bir durumdan mı kaçınırız? “Hayır”, güvenlik duygusunun “password”üdür. Bir durumu anlamadığımızda, aklımızı erdiremediğimizde, bir şeyden korktuğumuzda ya da birisinden ürktüğümüzde, “hayır” bizi tehlikeden uzak tutan sözcük olur. ‘Önce güvenlik’ anlamına da alabilirsiniz (Bu paragraf Düşe Kalka Büyümek’teki eski bir yazımdan olduğu gibi). Güvenlik ile özgürlük arasında seçim yapmak zorunda hissettiğimiz durumların bebeklikten başlayıp yaşam boyu bitmek bilmemesi moral bozucu gözükse de, en azından düşündüğümüz kadar acemi olmadığımızı da akla getirmeli.

Bebeklerin yüzlerini buruşturarak, kaşlarını kaldırarak ve kafalarını iki yana sallayarak ‘dedikleri’ hayır’lar en çok ağızlarına sokuşturulmaya çalışılan kaşıklara (ve içindeki besinlere) karşı olur. Çocuğun sevmediği, “hayır” dediği verilen besinin kendisi midir, yoksa besinin sokuşturulmaya çalışılması mıdır ? Zorlamayla yedirilen bebeğin binbir sebzenin karışımından emek emek hazırlanmış püremizi ağzına sokmamasını (sokmamıza izin vermemesini) yadırgarız. “Terrible two” (İngilizce’de Felaket İki demek) diye bilinen yaş döneminin (18-36 ay arasındaki kendisiyle dış dünya arasındaki sınırları keşfedip genişletmeye ve korumaya çalıştığı zaman) her şeye hayır diyen çocuğu bağımsızlık çabasıyla gururumuzu okşarken (‘özgüvenli olacak’), hayır’cılığıyla da sinirimize dokunur, biraz da korkutur (‘bu şimdiden böyle olursa...’).

Ülkemize sınırlı olmayan bir antipatiyi yansıtan ‘Felaket İki’ (iki yaş çocukları için kullanılan terrible two) terimi zorlamacı yönetim tarzının kodlarını taşır. Anne-babanın koyduğu (koyması da gereken) kuralları kabul ederek sisteme dahil olan bebek belli yetenekleri bu sistemde kazanır. Ancak her kazandığı yetenek onu içinde olduğu sisteme karşı çıkma ve sistemi dönüştürme becerileriyle donatır. Felaket olarak adlandırılan bu dönem siyasi bir anlamlandırma yaparsak ayakların baş olma veya baştacı edilme dönemi olarak da görülebilir.

Anne-babanın bu paradoksal rolü ‘bir sonraki kuşakta kendisini aşma’ arzusu şeklinde gösterir. ‘Çocuklarımız bizden iyi olsunlar’ söyleminde çocukların bu iyi olmayı belli bir mücadeleyle mi (çekişerek, çatışmasız) yoksa bizim onlara adeta bahşedeceğimiz özgürlüklerle mi (hiç çekişmeden, ama ileride çatışarak) gerçekleştireceği konusu modern anne-babanın ikilemi gibi...

Bahşiş özgürlüklerle büyüyen çocuklar bir anlamda anne-babalarının franchise’ı gibi (merkezi bir işletme modeliyle farklı yerlerde yerel sahiplerle hizmet veren kuruluş anlamına) kendilerinin olmayan kimlikler ile yetişirler. Ne anne-babanın ne de çocuğun birbirine ‘hayır’ demediği, ya da çocuğun anne-babaya ‘hayır’ demek yerine onlara zorla, zoraki ‘evet’ dedirttiği durumlarda ertelenen çekişmeler kendisini anne-babasının franchise’ı olmaktan kurtaramayan çocuklarda er ya da geç tahripkâr ve ciddi çatışmalar biçiminde peydah olur.

Bu yazdıklarımdan bir ‘hayır’ övgüsü çıkartılırsa yanıltıcı olur. ‘Hayır’lı çocuklar bir muhalif duruşu mu temsil ederler? Reddetmek cesur bir tavır olarak düşünülebilir; ‘hayır’ diyenler bir fırsatı reddedip kaçırmayı göze almaktadırlar. Oysa, bir çok durumda hayır bir kaçınma ya da uzak durma ile de ilişkili olabilir; dolayısıyla başka bir seçenekten vazgeçiş içermez, kayıp duygusu yaratmaz. ‘Evet’ diyenler ise bir fırsata evet derken binlerce hatta sonsuz sayıda fırsata hayır demiş, sonsuz sayıda potansiyel fırsatı kaçırmış olmazlar mı? Bu bir bakıma daha yürekli bir duruş sayılmaz mı? Sayılır mı?