Bir garip İstiklal gezintisi

ALEV KARADUMAN / karadumanalev@gmail.com

Türkçe edebiyatla biraz haşır neşir olanlar, edebiyatın tarihine tüzüğüne birazcık göz atanlar bilir Ahmet Mithat’ı. Biz onu okullarda, en çok dönemindeki muadillerinin aksine mektepli değil alaylı oluşuyla, eldeki imkanlarla bulup buluşturup, öğrenip oluşturup değişen bir edebiyat kültürüne kendini monte etmesi ve vazgeçilmezlerden biri olabilmesinin tılsımıyla öğrendik.

Rivayet olunur ki Ahmet Mithat Efendi çocukluk yıllarında Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanında çırak olarak çalışıyormuş. İş bitip de eve dönüş saati geldiğinde ustasıyla beraber Eminönü’nden bir kayığa binip Üsküdar’a doğru yollanıyorlarmış. O kayık seferlerinde küreklere asılan küçük Ahmet Mithat ne yapıp ne edip ustasının ağzından Fransızca kelamlar almaya çalışıyor, bir taraftan not alıp bir taraftan da dilinin döndüğünce konuşmasını geliştiriyormuş. Yıllar içinde memuriyete atanmış, gazetelerde çalışmış, kendi matbaasını kurmuş, kendi gazetesini spor sayfasına kadar kendi yazmak suretiyle çıkarmış ve onlarca kitaba imza atmıştır. Velhasıl küçük Ahmet Mithat’lıktan Ahmet Mithat Efendi’liğe giden yolda, tamamen Batılı eğitim görmüş rakiplerine karşı kendi alaylı bilgi ve donanımıyla Tanzimat dönemi edebiyatının mihenk taşlarından biri olmuştur.

Bu yolda şüphesiz en çok katkısı olanlar; Fransızca ders veren ustası (Kayığının küreklerini cılız kollarına aldırmadan ona çektirmek karşılığında da olsa), gazetede Arapça ve Farsça öğrenmesine yardım eden patronlarıydı (Kamus ve ferhenglerin el yazması nüshalarını tek tek ona yazdırmak şartıyla da olsa). Ve Ahmet Mithat Efendi bir alt kültürün gölgesinde yetişerek ana akıma mal olabildi, bizler onun kitaplarını okuyarak Tanzimat döneminin tüm kafa karışıklıklarına, Doğu-Batı ikilemlerine tanıklık edebildik. O huysuz ve muzip edebi kişiliği de cabası üstelik. Ve bu bir süre, ve hatta uzunca bir süre böyle devam etti. Her küçük kültürel zümre, alt kültür, kendi usta çırak ilişkisi dahilinde üretti. Kendi temsilcilerini ana akıma kazandırabildi ve kültür dairesinin imkanlarının ve limitlerinin genişlemesine katkıda bulundu. Taa ki…

Belki de 80’lerin sonunda ve 90’ların başında doğan nesil bu kültürel aktarımdan nasiplenebilen son nesildi. Daha orta okulda ya da lisedeyken herkes kendi kişisel ilgilerine göre sanat, siyaset veya spor dallarına yönelirdi. Ta mahallede başlardı rapçi, punkçı, solcu, ülkücü, basketçi mevhumlarına öykünmeler. Daha sonra girdikleri yolda kararlı olanlar, abilerin ve ablaların uzattığı ellerle, alt kültürlerinin menbaı haline gelmiş şehir merkezlerine kayarlardı. 20 kişilik bir lise sınıfında bile ayrı ilgilere mensup bir sürü vasat ama meraklı bulmak mümkündü. Elinde her sabah rulo şekline getirdiği solcu gazetesiyle gelen çocuk da o sınıfın bir rengiydi, okul çıkışı şehrin meydanlarında break dance denemeleri yapanlar da. "Basketin çetesi mi olurmuş?” demeyin mesela; kendilerini basketbol üzerinden bir kimlik geliştiren, okul çıkışlarında parklarda buluşan gençler ve onlara özenip onlardan nemalanan daha da küçükleri… Vardı bunlar.

Bizler özgürlüklerimizi, gülüşlerimizi, umutlarımızı, kahkahalarımızı, şehirlerimizi, anılarımızı ve belleklerimizi yitirmeye zorlandığımız şu son 10-15 yılda en çok da bu alt kültürlerimizi kaybettik. Ama sanırım büyümenin ve büyüdüğümüz için artık o dairenin içinde olmadığımızı düşünmenin yanılsamasıyla kabullenmek istemedik. Bir yerlerde, bir pasajda, hala bir gence kitap ya da album anlatıp tavsiye eden birileri vardır umuduyla inanmak istemedik belki de.

10-15 sene öncesinin İstiklal Caddesi’nde nostaljik bir yürüyüşe çıkarırsam sizi şimdilik, ne demek istediğimi, neler kaybettiğimizi daha rahat resmedebilirsiniz belki de… Otobüsten indiniz diyelim; öncelikle o zamanın Taksim Meydanı’nda ağaçlar ve gölgeleri, banklar ve yüzeyleri olduğu için oturup sohbet eden, birilerini beklerken birbiriyle tanışan insanlar görürdünüz. Sonrasında ilerledikçe şimdilerde şıkırtılı Arap kıyafeti satan birçok mağazanın irili ufaklı kitapçılar olduğunu fark edeceksiniz. Devam edelim aşağıya doğru salınmaya… Şimdiki Demirören’in arka sokaklarında gençlerin sabahladığı, sokaklarında yatıp kalktığı barlar cafeler olacak. Fahiş kiralardan henüz nasibini almadıkları için, Beyoğlu sokaklarının eski cumbalı apartmanlarının ikinci katlarında irili ufaklı kültür merkezleri, şiir evleri görüyor olmanız lazım? Biraz daha dikkatli, heh gördünüz değil mi? Lise çıkışı oralara gidip daha önce görmediği şiir kitaplarının ilk nüshalarını inceleyen gençler var bakın orada! 2 çay parasıyla bütün gün oturuyorlar, kitaplara bakıyorlar, paralel evren gibi geliyor şimdi değil mi? Biraz daha yürüyelim… Şimdi inşaat halinde olan YKY binasının önünde her daim oturan punk’çılar. Dergilerden televizyonlardan bir kültür almışlar, bütün gün orada yatıp kalkıp bir şey sanıyorlar. Doğru da sanıyorlar, çünkü o gençlerin hepsi olmasa da belki sadece bir tanesi geleceğinin temellerini atıyor, orada, bütün gün sigara içerek hem de.

Az kaldı turumuzun sonuna yaklaşıyoruz. Asmalımescit’in arka sokaklarındaki kafelere girelim bir çay içmek için. Yan masada oraların olmazsa olmazı ressamlarından biri sulu boyalarını kağıtlarını masaya yaymış, turistlere satmak için Galata suretleri çiziyor. Yanına yaklaşıyor iki liseli, soru hasbihal derken… O genç, o ressamın atölyesinde çalışıyor o yaz, boya kokluyor, kağıt kokluyor, resimle tanışıyor. Zaman ne çabuk geçmiş; tünel meydana geldik bile! Bir adam santur çalıyor, biri türkü söylüyor, gene okul çıkışına denk gelmiş liseliler yanlarına çökmüş, bir annenin yeni doğmuş bebeğinin kalp atışlarını dinler gibi dikkatle dinliyorlar.

Yüksek Kaldırım’ı indik, köprüyü geçtik derken… Eminönü’nden Galata’ya bakarken buluyoruz kendimizi. Ama o an çok büyük bir kabusta olduğumuzu fark ediyoruz çünkü meğer sene 2016’ymış! Meğer koskoca İstiklal Caddesi’ni inmişiz de, bir tane bile birbirine benzemez görmemişiz. Karşımıza ne bir metalci çıkmış ne bir emo; ne bir ressamın resmine ne de bir rapçinin dansına şöyle bir göz kırpamadan geçmiş onca yol. Çünkü neymiş; çünkü hiçbiri aslında yokmuş. Yok olmuş.

Çünkü 2016’daymışız ve tüm alt kültürlerimiz de diğer biriciklerimiz gibi yok edilmiş. Ahmet Mithat’ın kendi kendine Fransızca lakırdırdılar mırıldanarak açıldığı denizden, Farsça tekerlemelerle ayağını attığı karaya bakıyoruz. Kabustan kaçmak için, acaba dilindeki neydi diye tahmin etmeye çalışıyoruz çaresiz…