Bir genelevde hırpalanıyorum

SİNEM SAL - @sinemsal

İllüstrasyon: Kaan Bağcı

Bu hikâye, aslına hürmeten yazılmıştır.

Her gün geçtiğimiz sokaklarda kıyamet kopar. Haberimiz olmaz. Bitirdiğinizde Marianne Faithfull’un Sad Lisa’sı çalsın. Zira bana bunu yazdıran kişi artık yok.

Göğsümde taşıdığım gülü parçaladılar. Ben de onlara diken bilemeye karar verdim.

Polis, kapıda bekliyor. Pencereyi her açtığımda onu görüyorum ve bu, güvende olmadığım anlamına geliyor. Seneler önce bu kapıdan içeriye ilk girdiğimde, kocamla vedalaşırken, gözlerimi ona dikmiştim. Bana yardım edebilecek birini arıyordum. Yangındaydım ve kurtarılacak eşyalar arasında adımın geçmediğinden emindim.

Siyah eteğimin üstüne kırmızı bir gömlek giydim bugün. Güzel görünmek istedim. Adamlara değil. Kendime. Bir genelevde çalışıyorsanız, pardon cümleyi düzeltiyorum… bir genelevde hırpalanıyorsanız, nadiren de olsa sadece kendinize güzel görünmek istersiniz. Bugün bayram. Bayramda ve asker sevkiyat günlerinde buranın en yoğun günü yaşanır. Hiç değişmedi.

Yattığım yatağı toplayıp çarşafı, akşam olduğunda omzumu ve göğüslerimi gösterdiğim pencereden silkeliyorum. Sokak sabahın 9’u olmasına rağmen dolu. Mesai 9:30 gibi başlar burada. Bitişini bilmeyiz. Janti adamlar ve 16’lık gençler beni tercih etmezler. Ederlerse de parasızlıktan ederler. Benim vizitem 25 liradır. Diğerlerinin daha fazla. 50 yaşımı geride bıraktığımdan beri marka fiyatımda bir artış olmadı. Penceremin önündeki Afrika menekşesi kurumuş. Görür görmez, yatağımın yanında duran bir bardak suyu alıp yapraklarının üstüne döküyorum. Müşteriler içeriye girmeye erkenden başlamıştı bugün. Az vaktim var. Dedeler, torunlarını sevindirmeden önce, bugün kendilerini düşünürler.

Çarşafı yeniden, uyuduğum yatağa serdim. Bu odada iki yatak var. Birinde uyuyorum, ötekinde affedersin çalışıyorum. Affedersin diyorum, çünkü özür gibi bir hayat bu. Neyse. Çiçeğe su verdiğim bardağı, masanın hemen üstünde duran kâsenin içine koyup kenara kaldırıyorum. Kâsenin içinde dünden kalma biraz zeytin yağı var. Geceleri rahmime sürüyorum. Yıllardır buradayım. Neticede burada hayatımızı kaybediyoruz canım! Genelev, kalbim ya da kafamın hazırlığıyla ilgilenmiyor. Burada beden, her şey demek. Ve sana ait değil.

Yatağıma uzanıp bir sigara yakıyorum. Birazdan kırmızı gömleğimi giyeceğim. Burada doğum günü yoktur. Burada bayram yoktur. Burada cenaze günü yoktur. Genelevde, her gün geneldir işte. Olduğu gibidir. Serttir. Bazı sabahlar erkenden uyanırdım. Gençken. Polisin kapıda beklemediği, bu binadan elimi kolumu sallayarak çıkabildiğim sabahları hayal ederdim. Kadınların olduğu bir sokağa girdiğimi ve birbirimize nasıl terk edildiğimizi anlatıp, ağladığımızı hayal ederdim. Ama burada bir kadın yok. Başka bir şey var. Kadın değilsin. Kadın patronlar da zamanla çalışanları aşağılayan başka erkekler olmuştur. Onların arkasında da yine gerçek erkekler vardır.

Bu sabah da öyle hissediyordum. Sıcak bir çay içip penceremi açayım diye erkenden uyanmıştım. Odanın içine, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmediğim bir ağaç kokusu doluyordu. Dakikalarca aynaya bakmıştım. Kendimi ezberlemek istiyordum. Merak ediyordum, acaba kimse mesela kulağıma yakın duran bu beni fark etmiş midir diye ya da gülümsediğim zaman yüzümün sağ tarafındaki kırışıklıkların sol tarafına göre daha fazla olduğunu. Gözlerimdeki halkalara hiç kimse bir öpücük kondurmuş muydu? Sanmıyorum. Yataktan kalkıp düşünüyorum. Bazen geçmişi düşünmek, yüke dönüşüyor. Gömleğimin üst düğmesini açıp göğsüme, üstünde adımın yazdığı rozeti takıyorum: Ayla. Bir genelevde çalışmak için adınız olmalı. Ama sizin kendi adınız değil. Başkasının.

Topuk seslerinin arasına küfürler karışıyor. Daha sabahtan hem de. Diğer sermayelerle, yan yana diziliyoruz. Genç bir oğlan giriyor içeri. Kılık kıyafeti yerinde. Takım elbisesini üstüne çekmiş. Suratına bakmıyorum. Ne de olsa ben parasızların ve yaşlıların sermayesiyim. Gelip tam önümde dikiliyor. Birbirimize bakıyoruz. Odanın kapısına kadar gidiyorum. Paramı veriyor. Yeniden aşağı inip “vekil”e paramı uzatıyorum. Gece, sayıldığında bana beş lirasını verecekleri markamı alıp odaya geçiyorum. Ağır ağır yürüyor karşımda, yatağın kenarına geçiyor. Anlıyorum. Tecrübesiz. Gençlere gitmeye de utandı tabii, diyorum içimden.

“Hadi çabuk ol genç… öyle çok vaktin yok burada.” diyorum.

“Neden düştün buraya?” diyor gözlerimin içine bakıp.

“Yıllardır aynı terane…” diyorum. “Sanki işinizi görmeye değil de beni merak ettiğinizden gelmişsiniz gibi…”

“Yok, öyle değil…” diyor. “Ben biliyorum. Daha doğrusu sana inanıyorum. Babamın, Hamdi Dayı’nın, sana tecavüz ettiğini ablam itiraf etti geçen hafta. Sonra da öldü zaten.”

Hiçbir şey söylemeden ona bakıyorum. Uyuşturucu kullanmadım. Haplanmadım. Genelevde yaşadığım her şeyi ayık kafayla çektim ki geceleri gördüğüm rüyanın bir anlamı olsun. Şu anda dünyanın bütün uyuşturucuları damarımdan verilmiş gibi… başım dönüyor. Kelimeleri unutuyorum. Zaten, bir genelevde hırpalanıyorsanız, kullandığınız kelimeler her gün giderek azalır. Sonrası tekrar, sonrası aynı.

“Bugün bayram, Nazan Abla,” diyor. Adımı başkasının ağzından duymayalı yıllar olmuş. Sağ kaşımın, istemsizce oynadığını hissediyorum. “Ben af dilemeye ve bayramını kutlamaya geldim,” diyor. Kapıyı vuruyorlar. Bir genelevde hırpalanıyorsanız, zaman geçmez; zaman ezer.

Elime dokunacak oluyor. İstemiyorum. Belli ki öpecek. Utanmasa başına da koyacak. “Beni,” diyorum “kimse el üstünde tutmadı, başının tacı da yapmadı. O yüzden sen de ne elimi öp ne de başına koy. Selametle…”

Kapıdan birlikte çıkıyoruz. Alt kattaki sermayelerin yanına iniyorum. Geçmişimden çıkıp gelen birinin tanıklığıyla davam düşüyor. Tepeme. Acının zaman aşımı yoktur. Sadece dinlenmek istiyorum. Yukarı çıkıp sabah, taze havada silkelediğim çarşafımın üstüne yatmak istiyorum. Kapıdan içeriye 70 yaşlarında bir adam giriyor.

Hayat, ne yazık ki, devam ediyor.

Merdivenleri çıkarken homurdanıyorum:

“Bayramın kutlu olsun Ayla.”

“Senin de Nazan. Senin de.”