Beşinci sınıfa kadar benim babamla idare ettik. Beşinci sınıftan sonra baba değiştirmek zorunda kaldık. Babam Beykoz’da çalıların arasında yatıyor ve bir türlü kalkmaya ikna olmuyordu

Bir ince ağrının,  ikiden anladığı

> CAN BİNALİ AYDIN canbinaliay@gmail.com

Dördüncü sınıftaydım, sıra arkadaşım Yavuz’un babası olmuştu.
Olgun, erken bir adamdı. Yavuz babasının erkek olduğunu duyunca sınıfın penceresinden atlamış, kazan dairesi için yığılan kömürü şefkatli bularak kalben yaralanmamıştı.
Kırmızı tenli, beyaz sakallı -kapı aralığından bakarken hatırlıyorum hep- uzaktan bir yüzü vardı. İsmi de neydi ki? Kasap Ökkeş, Ökkeş Kamberlioğlu.
Benim babam, benim babamsa doğuştan vardı. Konu komşu biliyordu ya, Yavuz’da dört yıldır şahitti babamın doğuştan oluşuna. Ercan Görtaş İlköretim Okulu’nda aynı sınıftaydık ve sıra arkadaşıydık zira. Okulun ilk günü herkesin ki gibi benim de babam kulağıma eğilip bir şeyler söylemişti, demişti ki; ‘’Oğlum, silgini Yavuz’a da ver; onursuzluk, sen isteyince biter.’’
herkes ikişer sınıf atlarken Yavuz’la ben altı yaş büyümüştük.
Yani ben sıçramıştım, Yavuz’da elimi bırakmayınca birlikte düşmüş olduk.
Üzerimize dağılan ilk bidiri, Yerli Malı Haftası’nda, malı olmayan yerlilere sıkı sıkıya bağlanmamızı sağlamıştı. Sis çöktüyse yüzünüze bilirsiniz serindir. Babam okula yılda bir kaç kez geliyor, gitmek için hiç hazırlık cümlesi kurmadan gidiyordu. Yani ben ve sınıf arkadaşlarım babamı yılda en fazla üç kez görmüş oluyorduk, ne samimi eşitlik ama! Üçüncü sınıftayız, bugün benim doğum günüm. İçimde anlamsız bir gurur var, kendi yarımımda fişekler atıyorum. Uç isteseler ağlarım, kavga çıkartsalar dövüşürüm. Zil çaldı, koridora çıktık. Koridorun diğer ucundan olanca heybeti ve güven veren gülüşüyle babam geliyor. En iyi babalar unutmaz... Ona doğru o kadar hızlı koştum, boynuna öyle bir sıçradım ki, babam beni tutumasaydı sonra yere düşmezdim. Ayaklarım yerden kesildi, kollarıyla sıkıca kavrayıp en yukarı kaldırdı. Birlikte üç tur döndük, gözlerim karardı, başım döndü; dönmekten değil, lunaparkta gibiyim. Heryer dönüyor babam sabit, aslan babam! Nöbetçi sandalyesine oturttu, yeni ayakkabılarımı elleriyle giydirdi, cırtcırtlı ve beyazdılar. Sonra çantasından bir çift daha çıkardı, bu diğer çift pek tanıdık olmayan bir duyguyla da tanışmamı sağladı. Babam aynı ayakkabıdan Yavuz’a da almıştı. Babamın ayakkabılarımın aynısından başka birine almasına üzülüyor, fakat Yavuz’a ayakkabı almasına seviniyordum. Üzülmeye ve sevinmeye de ikna olamayordum. Zil çaldı, Yavuz sınıfa doğru yürümeye başladı, babam burukluğuma eğilip dikkatle fısıldadı: ‘’Oğlum senin tenin yanıktır; onunkisi beyaz, seninkisi bembeyazdır.’’
Beşinci sınıfa kadar benim babamla idare ettik. Beşinci sınıftan sonra baba değiştirmek zorunda kaldık. Babam Beykoz’da çalıların arasında yatıyor ve bir türlü kalkmaya ikna olmuyordu.
Gerçi babam olmayabilir de, babam olsa hemen tanırdım, kim tanımaz?
Orada, olay yeri şeritlerinden geride büyük bir ölü vardı ve ben bir ölüye nasıl bakılabilirse o an öyle baktım; tedirgin, dikkatli, tanımazdan gelerek.
Kısa kollu çizgili gömleğinin cebinden sigarası ve kibriti düşmüştü, sol yanağının üzerine yüklenmiş, yüzü koyun öylece yatıyordu. Babam on üç yıldır Dörtyol Parkında’dır.
Yavuz’un babası bana hiç hissettirmedi üveyliğimi, ona nasıl vurduysa bana da öyle vurdu.
Ona sigara bastıktan sonra en az üç nefes körükledi; ateşi, etimize eşit dağladı. Bazen biz de karıştırıyorduk kim öz, kim üvey.
Lan Yavuz diyordum bu baban var ya seni hiç sevmiyor oğlum,
sevmeye ikimizi eşit sevmiyor da, acımaya da ikimize eşit acımıyor. Hadi sevgiyi yokluktan eşit veremiyor, acıdan da kıyak geçmiyor be oğlum.
Babamız pazartesi geceleri saat on birde yataklarımızdan kaldırıp dükkanın arkasındaki soğuk hava deposuna kilitliyordu. Ayakları olmasa insanın soğuğun bile yakasına yapışır ya, çıplak ayaklar kuru buza yapışır gibi yapışıyordu yere. Sık sık gelip dolabın küçük penceresinden bakıyor, birimiz bayılmışsa hemen içeri alıyordu. Biz de birbirimizi onar dakika sırtımıza alarak ayaklarımızdaki kırıklığı haffifletmeye çalışıyorduk.
Hoşuna gidiyordu Ökkeş Babamız’ın, kim daha fazla dayanıyor diye merakle siliyordu oval camın buğusunu. Bir keresinde indirmedim sırtımdan Yavuz’u, dedim dayanabildiğim kadar dinlensin çocuk. İndirmeyince şaşırdı, sırtımdaydı sordu:
-Üşüyormüyor mu lan ayakların?
-Yok.
-Nasıl lan?
Hissetmiyorum.
Yıllar geçtikçe Ökkeş Babamız eziyette, biz dirençte profesyonelleşiyorduk. Ona gücümüz yetecek yaşa gelmiştik fakat, bu zorunlu acının, sürekli ilgisini garip bir biçimde benimsiyorduk. İnsan en kolay mecbursa alışıyordu. Perşembe sabah ranzadan atladım, yatağın sarsalmasıyla Yavuz hemen uyanır, oturur vaziyette kendine gelmeyi beklerdi. Yavuz uyanmadı, tuvaletteyken bir kaç kez seslendim: ‘’Kalsana oğlum, kalk! Ökkeş Babamız kırar kemklerini!’’ Hala ses gelmeyince, ‘’Öğlen oldu be oğlum.’’ diyerek bir çırpıda çektim yorganı üzerinden... Ellerini çenesinin altında birleştirip yumruk yapmış, gözleri kocaman ve ifadesizdi. Çoraplarını dizaltlarına kadar çekmiş, yeşil içliği ve yatağı ıslanmıştı. Bir kere karabasan bastığında böyle olmuştum, saatlerce bağırmışcasına sesim kısılmış, bir çay kaşığını bile hareket ettiremeyecek kadar güçsüz kalmıştım. Ayakkabılarımı giymeden koştum dükkana, Babamız tezgahta et dövüyordu, ‘’Yavuz baba Yavuz...’’
Komşular çarşafıyla yataktan kaldırıp odanın ortasına yatırdıklarında bir heykel gibi kaskatı ve hareketsizdi. Yumruğunu, tırnakları etine batacak kadar sıkmış, avuçlarını açamamıştık. Karnına kahverengi saplı büyük bir ekmek bıçağı koydular -çakı taşımayı da sevmezdi- niye öyle yaptılar? Otopsi raporunda ‘’ Yüksek doz temas neticesinde gelişen ani kollaps sonucu, apoplektik felce bağlı olarak...’’ yazıyordu. Yavuz temizlikçiden aldığı naftalini ezip suyla içmiş, üçüncü saniyede felç olmuş, ondan birkaç saniye sonra da ölmüştü. Eşyalarını verirken bir de küçük not tutuşturdular Adli Tıp’tan elimize, avucundan çıkmış: ‘’İçimize asit döktüler.’’ Ökkeş Babamız deli oldu Yavuz’dan sonra, ya da kendini deliye verdi. Durup dururken ensesinde bir sinek hissediyor, gömleğini atletini parçalayana kadar sineği kovmaya çalışıyordu. Ağır ilaçlarla gün boyu yarı baygın geziyor artık, ağzında tükürüğünü bile tutamayacak kadar uyuşuyor. Dükkandaki tüm işleri babamın eski ortağı Cemal Abi devraldı, Babamız’dan ayrıldıktan sonra batmıştı, ona da iyi oldu. Kendine bir kuru maaş yazıyor, kalan tüm parayıysa bana bir hesap açmış, oraya yatırıyor. Bense buradayım, buradayım hâlâ.