Nitekim “İşçi doğdum, işçi de öleceğiz herhalde” diyen Sadık için de işçilik ile yoksulluk özdeş. Ve tabii bu halin, yine onun deyişiyle “Türk’ü, Kürt’ü, Suriyelisi, Alevi’si, Sünni’si diye bir şey yok.”

Bir kağıt parçası ve bir bayrak: Kürt yoksul Sadık
Sadık ve ailesinin evinin mutfağı. (Fotoğraf: BirGün)

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Ankara’nın kentsel dönüşüm için numaralanmış ve şimdilerde çoğunda Suriyeli ve Afgan mültecilerin oturduğu gecekondularla dolu Solfasol’unda, yanı başında yeni bir apartmanın bulunduğu iki katlı bir evin alt katında yaşayan, Adıyamanlı, Kürt bir aile ile görüşüyoruz (Ailenin kadını ile mülakatı, araştırma sırasında bana yardım eden doktora öğrencim N. Hazal Tetik yaptı). Sadık da, eşi Emine de 58 yaşında. Emine okuma yazma bilmiyor. 7 çocukları var. 5’i evlenip ayrılmış; şu anda yanlarında biri engelli kız, diğeri erkek olmak üzere iki genç çocukları var. Yıllarca memleketin dört bir yanında mevsimlik işçi olarak çalışmışlar. Evlenen çocukların bir kısmı hala mevsimlik işçilik yapıyor, bir kısmı da fabrikalarda çalışıyor. Engelli kızlarının tedavisi için iki yıl önce Ankara’ya yerleşmişler ve atık kağıt toplamaya başlamışlar. Tek düzenli gelirleri engelli kızlarına verilen maaş.

“İDARE ETME” SANATI

Sadık ile bağlantı kurmamı sağlayan arkadaşım, araştırma için görüşmek istediğimi kendisine önceden söylemişti. Buna rağmen, Sadık ve ailesinin, muhtemelen arkadaşımın konumu nedeniyle sosyal yardım incelemesi için geldiğimizi düşündükleri hemen anlaşılıyor. Görüşmemizin başında yardım için gelmediğimizi vurgulamam da Sadık’ı ikna etmiş görünmüyor. Böyle olduğu için de, bana söyledikleri, gerçekten düşündüklerinden çok, kendisinden duyulmasının beklendiğini düşündükleri olmaya meylediyor. Aklıma antropolog M. Mead’in Polinezya yerlisi genç kızlar karşısındaki konumu geliyor: Araştırmacının kendilerinden ne duymak istediğini anlamış olan kızlar, gerçekte yaşamadıkları ve fakat onun beklentisine uygun ilişki hikayeleri anlatmışlardı! Yani madun (ezilen alt sınıf) taktiklerine kafa yorup durmuş olan ben de böylesi bir taktikle karşı karşıyayım.

Başka yerlerde tartıştığım üzere, kendini gizleme, tetikte durma, fırsatları kollama, yapıyormuş veya yapmıyormuş gibi yapma (simülasyon ve dissimülasyon) gibi taktik yaratıcılık biçimleri öteden beri ezilenlerin gündelik hayatını karakterize ediyor. Bu kadim “idare etme” sanatı Sadık’ın siyasete ilişkin sorularıma verdiği cevaplarda kendini gösteriyor: “AK Parti’ye veriyorum desem öbürleri gücenecek, öbürlerine veriyom desem o gücenecek.” O söylemese de, şimdiye kadar AKP’ye oy verdiğini ve fakat artık ondan vaz geçtiğini daha sonra oğlu Ahmet’le görüşürken öğreniyorum (Ama 16 yaşındaki Ahmet de, önce “Aslında ben de süylemesem iyidir” diyor ve ancak ben kim olduklarını gizleyeceğimden endişesinin olmamasını söylediğim zaman babasının fikrini söylüyor). Kürt olmaları nedeniyle HDP’ye yakın olabileceklerini düşünerek ve kimliğini gizleyeceğimi vurgulayarak, HDP’yi sorduğumda da cevap vermek istemiyor. Belki biraz daha rahat konuşur diye Selahattin Demirtaş’ın adını andığımda da, “Vallahi benim onunla heç bi ilgim yok… O da kendine göre insandır işte.” diyor. Üsteleyip, “O kadar şey yaşadı, bi fikrin yok mu?” diye soruyorum, susuyor ve sonra da “Gurbanım, ben abdestli namazlı adamım, beni siyasetle şe etme!” cevabını veriyor. Hazal’ın görüştüğü eşi Emine ise sözünü sakınmıyor: “Ben eskiden Erdogan’ı seviyodum. İsterse onun yanında da konuşirem. Herkese yardım verdiler, bak Suriyelilere ev yaptiler, yardım ettiler. Bak, evimizin halına bak. Biz nasıl haldeyik… Ben daha Erdogan’a vermem.” Ancak Sadık, eşi tercihini söyleyeceği anda araya girip, onunla Kürtçe konuşarak müdahale ediyor. Yine de Emine bu defa “ay çiçeğine” (İyi Parti) oy vermeyi düşündüğünü söylüyor!

Kendini gizleme kaygısı ile derdini dökme ihtiyacı arasındaki yaman gerilim sık sık kendini gösteriyor. Kürt mevsimlik işçilerin çalıştıkları yerlerde maruz kaldıkları muameleleri az çok bildiğim için, Sadık’a çalışırken başlarına bir şey gelip gelmediğini soruyorum. “Yoh!” deyip susuyor. “Yanında çalıştığın adamlar iyi davranıyo muydu?” diye sorduğumda da, “He iyiydi, sizden eyi olmasın eyiydi” diyor. Ancak bir kez daha kimi yerlerde ayrımcılık yapıldığını söylediğim zaman başından geçeni anlatmaya başlıyor: On yıl önce Yozgat’ta çalışırken hasta olan annesini hastaneye götürdüklerinde bir şehit cenazesi için toplanan bir grubun saldırısına uğramışlar. “Kürt olduğunuz için mi yaptılar?” diye sorduğumda, “Allah sizden razi olsun, ben onu söylemek istemedim” diye cevap veriyor. Dövülmelerine rağmen, savcıya şikayetçi olmadıklarını söylemişler. “Dedim onların acısı var, biri iki etmiyek” diyor Sadık. Ama uğradıkları saldırının ciddiyeti, kardeşinin o günden sonra “sara hastalığına” yakalanmış ve nöbetler geçirmeye başlamış olmasından anlaşılıyor. Mülakatın çok daha sonrasında, ayrımcılık yapan insanlardan söz ederken, Sadık’ın aklına birden Suriyeliler geliyor: “Geçen sene burda bizim Türklerden bi tanesini şehit etti bizim Suriyeliler… Hepimizin zoruna gitti amma Suriyelilerin de hepisi suçlu değil ya? Bunu bi kişi, üş kişi yaptı ama yüzlerce, binlerce insan suçlu durumuna düştü.” Bunu söylerken, kendisi ile linç rejiminin yeni hedefleri arasındaki “kader birliğinin” farkında olduğunu gösteriyor. Yani Sadık, saldırıya uğrayan Suriyelilerde kendini görüyor.

Komşu kadının elimize tutuşturduğu kağıt parçası.Komşu kadının elimize tutuşturduğu kağıt parçası.

TEATRALLİK VE BAYRAK

Sadık ve ailesi ile görüşmenin başına dönelim. Evin bahçesinde oturduğumuz anda, sonradan aileden olmadığını anlayacağımız, boynunda ve kolunda altın takılar olan bir komşu kadın “Burada muhtaç hiç kimse yok” diyor. Belli ki o da Sadık gibi bizim yardım için geldiğimizi düşünüyor. Bana bakarken, başka kimse mimiklerini görmeyecekmiş gibi kaşlarını kaldırıp indiriyor ve ağzını açıp kapatarak bize söyleneceklere inanmamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Sadık, kendisiyle mülakata başlar başlamaz, ötede duran kadına başıyla işaret ederek, “Bu bizi buradan atmaya çalışıyor” diyor. Anlıyorum ki, kadının yetişkin oğlu Ankara dışında yaşayan bir polis memuruna ait olan evi Sadık ve ailesine kiralamış; kirayı da kendisi alıyormuş. Yıllar sonra ev sahibi polis gelmiş ve Sadık’a kira ödemeden, yıkılana kadar evde oturabileceklerini söylemiş. Kadının oğlu, kira kendisine ödenmez olunca gelip kapıyı kırarak evi işgal etmeye kalkışmış, kavga çıkarmış. Sadık ve ailesi bir süre onun korkusundan eve girememişler.

Sadık’la görüşürken, komşu kadın oturduğu yerden kalkıp yanımıza geliyor. Sadık, bu defa kadın hakkında bambaşka sözler etmeye başlıyor: “Bah ben bunu anne gibi severem, ben buna bazen abla, anne diyorum. Benim hanım hastalandı, geldi yemek pişirdi, bi de üstelik ağladı, çok perişansınız dedi. O gün bugündür ablamdır o, benim annem gibi ablamdır.” Sadık’ın bu sözlerini duyunca, aklıma Kıvılcımlı’nın ta 1930’ların başlarında Kürt sorununu tartışırken giriştiği Kürt köylülüğünün psikolojisinin özellikleri analizinde “yalan söyleme yeteneği” ile “yalana inanma yeteneğinin” çelişkili beraberliği vurgusu geliyor1 (Bu analizin devamındaki, “pazar kanunlarının” kasıp kavurmasının sonucu olarak, “paraya tapmanın… en itçil -Kıvılcımlı’nın “sinik” için kullandığı Türkçe karşılık- şekliyle yoksul Kürdistan’da hüküm sürdüğü” vurgusunu da aşağıdaki bir noktayla ilgisi açısından not edeyim). Kürt ezilmişliği ve yoksulluğu ile ilgili ciddi psikolojik analizler ondan sonra yapıldı mı sahiden?.. Sahnemize dönersek, Sadık bunları söylerken, kadın hala bana kaş göz ediyor! Karşılıklı teatrallik bir refleks gibi kendiliğinden işliyor.

Bahçedeki görüşme bittikten sonra, elektriği borç yüzünden kesilmiş olan evin içine giriyoruz. Tek bir ev eşyasının bile olmadığı bir salon. Evde şilteler, ocak, eski bir buzdolabı ve bir iki kap kacak haricinde kullanılabilir bir eşya yok görünüyor. Sadık, birkaç gün önce eve hırsız girdiğini söylüyor. “Sıçan düşse başı yarılır” olan bu eve hırsızın girmesine anlam veremiyorum (Hırsızlık olayının da Sadık ve ailesinin evden gitmesini sağlamak için tezgahlanmış olabileceği sonradan aklıma geldi). Salonun duvarında çiviye asılmış bir bayrak dikkatimi çekiyor. Bizim geleceğimizi bildikleri için özellikle asmış olabileceklerini düşünüyorum. Birindeki hurda eşyalar haricinde bomboş olan odaları dolaşıp salona döndüğümüzde görüyorum ki, Sadık duvardaki bayrağı almış, iki ucundan tutup sallayarak geziniyor! Artık bayrağın bizim için hazırlandığından emin oluyorum. Böylece Sadık’ın bana verdiği mülakattaki sözleri ile davranışları örtüşmüş oluyor. Yoksulların beka veya ayakta kalma için başvurdukları taktiklerin Kürt yoksullarda görülen bir varyantı ile karşı karşıyayız. (Tabii iktidarla kurulan bu tarz ilişkinin karşısına, yine Kıvılcımlı’nın deyişiyle, Kürt yoksullar için “isyanın yemek içmek kadar zorunlu ihtiyaç ve her günkü uğraş” olmasını koymak gerekiyor.) Devlete veya bayrağa sadakat gösterisi yaparak ailesinin bekasını sağlamaya çalışması karşısında içim burkuluyor. Aklıma 6-7 Eylül’de dükkanını veya evini kurtarmak için bayrak asan gayrimüslimler ve daha başka örnekler geliyor. Can havliyle -yardım alma umuduyla- bayrağa sarılan Kürt yoksulu görünce, “bayrakları asıl bayrak yapacak olanın” onun böylesi gösterilere mecbur bırakılmaması olabileceğini düşünüyorum… Bu sahne karşısında, Sadık’ın sadakatinin sahiciliğini veya sözlerinin samimiliğini kurcalamak anlamsızlaşıyor. Zira onun başvurduğu similasyon veya dissimülasyonun, rol yapmanın veya yapmıyor görünmenin kendisi yeterince gerçek.

PUSULADAKİ “NUMARA”

Ayrılmak üzereyken, komşu kadın, oğlunun uyuşturucu bağımlısı olduğunu söylüyor ve ona bir çare bulmamızı istiyor. (Sadık’ın evli olan bir oğlunun da uyuşturucu bağımlısı olduğunu bu arada öğreniyoruz. Uyuşturucu bahsini sonraki bölümlerde ele alacağım.) Başta “Burada muhtaç kimse yok” diyen kadın, şimdi kendi derdi için yardım yokluyor! Biz giderken de, Hazal’a verdiği kağıtta telefon numarasının olduğunu söylüyor ve ona mutlaka bakmamızı tembihliyor. Uzaklaşınca, Hazal kağıt parçasını çıkarıyor ve bakıyoruz: Üstünde “Yalan, evleri arabaları var” yazıyor! Belli ki biz görüşürken bir ambalaj kağıdı ve kalem bularak notunu yazmış. Güya aileye çaktırmamak için de telefon numarası veriyor gibi yapma numarasını “akıl etmiş”! Notunda iddia ettiği gibi arabaları ve evleri olsa bile sefalet içinde yaşadığı açık olan yoksulların yardım almasını engellemeye çalışmanın aşikar kötülüğü ile karşı karşıyayız. Üstelik bunun için başvurduğu kaş göz işaretlerinin veya numara verme numarasının o yoksullar tarafından anlaşılabileceğini de umursamayan ve dahi “iyi komşuyu” oynamaya devam eden bir arsızlıkla icra edilen kötülük. (Türkiye toplumsal tarihinde kötülüğün hiç de yeni olmadığını, yeni olanın onun göğüste bir madalya gibi taşınmasını sağlayan sinizmin egemenliği olduğunu söyleyemez miyiz?) Kendine ait olmayan ve ev sahibinin kira istemediği evden kira geliri elde etmeye ve bu uğurda evlerinde yiyecek kırıntısı zor bulunur olan yoksulları evden atmaya çalışmanın ortaya koyduğu kişilik, sinik ve saldırgan bir mülk edinici kişilik. Böyle olduğu ölçüde de, sermayenin hükmü, yoksulları yalnızca maddeten yoksun bırakmıyor, aynı zamanda hakim kıldığı ve alt sınıflara kadar sirayet ettirdiği kişilik tipiyle de zulmediyor. Kadının oğlunun yoksulun ahını alarak alacağı parayı uyuşturucuya verecek olması ise, yine aynı hükmün bir başka tecellisi sadece.

SERMAYENİN HİLELERİ

Ezilenlerin başvurduğu taktiklerin sermaye ve muktedirler nezdinde de karşılığı olduğu, onların da türlü numaralara başvurdukları malum. Kendi iktidarına karşı bir meydan okumayla karşılaşmayacağından emin görünen sermaye, “arsızlığı eline aldığı ölçüde” böylesi simülasyonlara başvurma gereği bile duymaz hale geldi. En fazlası iş güvenliği önlemleri almadan çalıştırdığı işçinin düşüp ölmesi üzerine cesede güvenlik yeleği giydirmek gibi hilelere başvuruyor ki, o da karşılaşacağı protestodan çok “ölümün maliyetini” azaltmaya matuf. Tam da bu açıdan, anlattığım sahnede görünmeyen aktörlerin de olduğunu vurgulamalıyım. Sermayenin Sadık’ın evinin yanı başındaki yeni apartmanın inşaatı sırasında da böyle yaptığını (sigortasız işçi çalıştırdığını, güvenlik önlemleri almayı umursamadığını, malzemeden çaldığını vb.) rahatlıkla varsayabiliriz. Öyleyse de, o inşaatta çalışırken “iş kazasında” hayatını kaybeden veya yatalak hale gelen işçinin ailesi “mutlak yoksulluk” halini nerede ve nasıl yaşıyor kim bilir… Yani işçilik ile “sanayinin kurbanlarının” (Marx) sefaleti arasındaki mesafe kısacık. Nitekim “İşçi doğdum, işçi de öleceğiz herhal” diyen Sadık için de işçilik ile yoksulluk özdeş. Ve tabii bu halin, yine onun deyişiyle, ”Türk’ü, Kürt’ü, Suriyelisi, Alevi’si, Sünni’si diye bir şey yok.”

YÜZEY VE YÜZ

Vaktiyle Kracauer bir çağı anlamak için yüzeye bakmayı önermiş ve yüzeydeki ifadelerin, gündelik hayatın önemsiz görünen ve dikkat çekmeyen hallerinin, sıradan nesnelerin veya mekanların vb. bilinçdışı nitelikleriyle, içinde bulunulan durumu dolayımsız bir şekilde ortaya koyduklarını söylemişti2. Anlattığım sahneler de böyle bir yüzey oluşturuyor ve o yüzeyde günümüz Türkiye’sinde gündelik hayatın statükosu kendini ele veriyor. Solfasol’dan dönerken, daha önce günümüz faşizmi üzerine bir yazıda değindiğim yüzeyler arasından geçiyoruz: Ankara’nın “protokol yolu”nun sadece yoldan görünen yüzleri aynı “modern” malzeme ile kaplanmış olan eskimiş apartmanları.3 (Sonraki günlerde, Hamamönü’nün restore edilen evlerinin arasına sıkışmış bir evde oturan yoksul bir kadınla görüşmeye gittiğimde yalnızca dış cephelerin restore edildiğini öğreniyorum!) Fazlasıyla göz önünde olduğu için fark veya dert etmediğimiz yüzeydeki sahteliklerimiz böylece birbirine bağlanıyor. Sahici bir yüze kavuşmamızı sağlayacak bir kolektif irade buralarda boy vermediği sürece de, neredeyse reflekse dönüşmüş bir şekilde “yapıyormuş” veya “yapmıyormuş gibi yapmaya” devam edeceğiz.

NOTLAR

1 H. Kıvılcımlı, Yedek Güç: Milliyet (Doğu), Sosyal İnsan Yayınları (İstanbul, 2013).

2 S. Kracauer, The Mass Ornament: Weimar Essays, Harvard University Press (Cambridge, 1995), s. 75.

3 “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar“, Birikim, Şubat-Mart 2001 (382-383), s. 25-38. Bu bahsin olmadığı kısa versiyonu için: https://www.birgun.net/haber/gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-331564.

*Yapılan görüşmeler konuşma diliyle yazılmıştır.