Dipsiz Göl, Zafer Yalçınpınar tarafından 2017-2023 yılları arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. Şair kitabını 27 yaşında yaşamını yitiren dostu Uğur Yanıkel’e ithaf etmiş.

Bir ölüm kalım meselesi olarak şiir

Azimet AVCU

27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin «Dipsiz Göl» adlı şiir kitabı yayımlandı. Kitapta bizi karanlık ormanlardan geçirerek ölüler dünyasına sokuyorsun. Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un vefatı da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?

Şiirlerdeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi…  Neoliberal düzenin kentsel gündemi ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemi, bu palyatif ve tıknefes durum bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı. Bu varoluş sancısı en çok hangi şiirde kendini gösteriyor?

Kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’ dizelerini düşündükçe senin Dipsiz Göl’ünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?

Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde bir kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi. Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ Yeni Gün Yoktur adlı şiirim tüm zamanlardaki şiirlerimin arasında en karanlık olanlarından biri… Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada, T. Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren T. Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi tek başına olmak… İ. Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor?

Uğur, bir gün yanımıza gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki gerçekten öyle. Kendi çizgimin başlangıcını ararken bu noktaya geldim. İnsanın ana rahmine düştüğü ân… Yani o çizgi, ‘yaşama yolculuk’la başlıyor. Gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye yetmiyor. Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum. Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda. Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir dünyada güncelden uzaklaşamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Ambulansından hastanesine düzgün çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz?

Her şeyden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan, bilinci kapalı bir insanı! Ece Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı yaşanıyor. "Dipsiz Göl", sanıyorum, en ağır ve kara gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Uğur’un ölümüyle birlikte kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Karanlık ve palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız kalmamıştır.’

Uğur Yanıkel
(Fotoğraf: Fatma Erkan)

E. Ayhan bir yazısında şöyle der: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Senin kitabın Dipsiz Göl, yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan büyük bir dehliz gibi… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. İmgenin ve doğanın çoğullandığı kitabınla bize yaşam ideasını tekrar hatırlattın. Son olarak ne söylemek istersin?

Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Yaklaşık olarak şöyle diyor E. Ayhan: “Benim karanlığımın rengi akkordur. Bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”