Bereketli topraklar üzerinde, 1955 senesinde doğan ve okumak için 1970’lerde İstanbul’a giden bir delikanlı, elbette tarafını, yoksul halkından yana seçecekti. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makine mühendisliği öğrencisiyken, örgütlüydü artık. Çünkü Mahir Çayan’ın adanmışlığı, geri adım atmayışı ve davasını anlatışı, neslinden birçok insan gibi onu da en derinden etkilemişti. Yolunu kararlılıkla çizmişti. O yol, sınıf mücadelesiydi.

Bir sıra neferi gibi, “Sessiz sitemsiz”

ALPER TURGUT

Güzelim yerküremizi, bize harbiden zindan eden virüs belası, şimdiye dek yaklaşık 100 milyon kişiye ilişti, tatlı canından olan insanların sayısı ise çoktan iki milyonu geçti. Ah! Tarifsiz bir illet bu, ne yaptı etti, sinsice en sevdiklerimize sokuldu. Hatta ve hatta, yaşama en bağlı olanlara, asla ölümü yakıştıramadıklarımıza. Israrla ve inadına, inadına. Ey hayat, neden en yakınlarımızı, en uzakta tutmamızı istiyorsun? Çok zor, çok! Hastanede dokunamıyor, cenazede düzgün bir veda edemiyorsun. Yalnız ölüyor insanlarımız, yapayalnız. En acıtanı da bu ha, yaşamın tam kıyısında bir başına verilen büyük bir mücadele var, gözden ırakta. Sen sadece umuyorsun, yaşamak dışında bir seçeneğinin olmadığını söylüyorsun, asla konduramıyorsun, hadi diyorsun hadi, sen neler neler aştın, ne zorluklar atlattın. Dayan yüreğim dayan de, geçeceğiz bu acılardan. Geçemiyorsun.

Aşı, mutasyon, yeni dalga, ne zaman çıkacağız bahara derken, lanet koronavirüs, şu yalan dünyadaki, sahici ve gerçek arkadaşımı, benim devrimci amcamı da resmen aldı, götürdü. Emmim Erdal Turgut, bu canım memlekette tam 45 yıl mücadele etti, bedel ödemesini de bildi, hep haksızlığın karşısında ve hep ezilenlerin yanı başında idi. Devrimcilik, salt siyaset değildir, yaşamın her alanında varlığını hissettirmeyi, karanlığa inat sürekli bir fener gibi ışığını saçmayı, incinmişlerin, örselenmişlerin ve ötekileştirilmişlerin, sırtlarını güvenle dayayacağı kaya olmayı gerektirir. Devrimci dediğin, iyi insan, güzel insan neler geçse de hatırlanan, cevahiri asla karartmayan. Seneler önce emmim ile söyleşi yapmıştık gazete için, sormuştum, tekrar dünyaya gelsen, aynı yoldan geçmek ister miydin diye. Yanıtlarken es bile vermemişti; “Yine devrimci olurdum. Düzenle asla uzlaşmaz, direniş cephesinde ve örgütlü yaşayış içerisindeki yerimi alırdım.”

Bereketli topraklar üzerinde, 1955 senesinde doğan ve okumak için 1970’lerde İstanbul’a giden bir delikanlı, elbette tarafını, yoksul halkından yana seçecekti. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makine mühendisliği öğrencisiyken, örgütlüydü artık. Çünkü Mahir Çayan’ın adanmışlığı, geri adım atmayışı ve davasını anlatışı, neslinden birçok insan gibi onu da en derinden etkilemişti. Yolunu kararlılıkla çizmişti. O yol, sınıf mücadelesiydi. Evet, Adanalı şivesinden hiç vazgeçmedi, “Lan gardaşım” diye söze girmek, ona yakışırdı. Halkım da halkım. Sayın halkım, sevgili halkım, güzel halkım. Bir halk, ancak bu kadar sevilebilirdi. Hem eylem adamı hem de muzip bir çocuk gibiydi. Ele avuca sığmıyordu, durmak nedir bilmiyordu yoldaşlarının tabiriyle.

12 Eylül 1980 kanlı darbesini öncesinde, tam beş kez cezaevine girdi. Birçok kez işkence gördü. Adana’da dedemin şu eski tip sekizlik denilen dolmuşunda çalışırken, sivil faşistler tarafından araba tarandı ve emmim biri kafasından, tam beş kurşun yarası aldı. Hatta omuzundaki mermi çekirdeği, kritik bir noktada olduğu için çıkartılamadı, ömrü boyunca taşıdı kurşununu. 16 Mart 1978 katliamını protesto ederken bu kez de resmi kurşun ile vuruldu. Nezarethane, mahpushane, bitmeyen işkenceler, bedenini delik deşik eden mermiler, onu gerçekten bileylemiş, kavgasından daha da emin hale getirmişti. Gültepe’de, Nurtepe’de sorumluluklar aldı, cunta öncesinde son yakalanışı, yoksullara Kâğıthane deresinde ev dağıtırken oldu. Halkımıza tek katlı evler yaptık, açıkta kalmasınlar, hayata tutunsunlar diye, yıllar sonra bir bakayım ne olmuş dedim, resmen şaşkına döndüm. Halkımız beş katlı apartman dikmiş, önüne de pahalı araç park etmiş. Beni tanıyanlar da oldu, lan arkadaş dedim, halkımızı zengin etmişiz ya.

bir-sira-neferi-gibi-sessiz-sitemsiz-833091-1.

İşte 1978’de içeri düşünce, siyasi mahkûm parmakla sayılacak kadar az, çoğunluk desen adli tutuklu ve hükümlü, hep birlikte kalıyorlar koğuşlarda. “Hey okumuş çocuklar, ses etmeyin, düzenimizi bozmayın, biz de size bulaşmayalım diye tehdit ediyor gaspçısı, canisi, her türlüsü.” Tamam, adam haşarı, mavracı, neşeli, ortalığı karıştırmayı seven, hatta esprili, lakin serde Adanalılık da var. Biz sisteme, devlete, yerleşik düzene baş kaldırdık, korku nedir bilmedik, şimdi çekineceğimizi düşünen varsa, ayağını denk ala. Sormuştum, korumaya çalıştıkları şey neydi, kumar, ağalık sistemi, uyuşturucu ticareti, bunlardan büyük dert vardı, bir süre sonra fark ettik, çocuk yaşta sayılabilecek genç tutukluları, cezaevinin gediklisi olan belalı tiplere pazarlıyorlardı, zorla. Gardiyanlar da işin içerisindeydi, biz bu ağır drama, bu yozluğa, bu can yakan mevzuya engel olduk, bizler çoğaldıkça, adli mahkumlar da dönüşmeye başladı. Eşitlik, adalet, insan yerine konma hali, onlarda da karşılığını buldu, devrimcilerle tanışmış ve kaynaşmışlardı artık.

Cezaevinde her fraksiyondan insanın yardımına koşanlardan biriydi, dostlarının yarasını sarmakta hünerliydi. Metris’te direnenler arasındaydı kâh çızıklı (çizgili) pijamasıyla, kâh slip don ve atletle. Açlık grevinde, yerde gördüğü üzüm tanesiyle irade savaşına girip kazanan da oydu. Devrimci Sol Ana Davası’nda yargılandı, başı dik girip, enseyi karartmadan çıktı içeriden. Dışarıda nerede haksızlık varsa, oraya koşturdu durdu. Cumartesi Anneleri’yle, Gezi’de, her yerde. Gezi’de çok mutluydu, bizim en örgütlü olduğumuz dönemde, Taksim’i zapt edemedik, bu halk, bu gençlik bambaşka diyerek.

Bana telefon açardı, “Hey Uzun (bu ben oluyorum), yarın Taksim Meydanı’nı zorlayacağız” Hay hay derdim, birlikte yola düşerdik. Ne yapar ederdi, alana ulaşmanın yolunu bulurdu. Polis damlayınca, ortalığı karıştırmayı, galeyana getirmesini iyi bilirdi. Hatta bir gösteride, aynasıza beni gösterip, biz ihtiyarları toplayıp buraya getirdi demiş, polisin, bana yaşlı insanları eyleme götürmeye utanmıyor musun diye sual etmesine, arkada durup kıs kıs gülmüştü. Yalan yok, o, yaşam doluydu sözünün karşılığı gibiydi.

Hiçbir kronik rahatsızlığı olmayan, sigarayla ilişkisi, şayet keyifliyse bir dal ver tüttüreyim olan koskoca Erdal Turgut, onca badireyi atlattı, Covid-19’a da tam 45 gün dayandı, karşı koydu. Ancak başkaları için kendilerini ortaya atan direnç kuşağı çok yıprandı, onca bedel, onca yaşanmışlık, dile kolaydı. Birçok insana değerek, onları derinden üzerek veda etti. Çok sevdiği eşi, kızları arkadaşları, yoldaşları, mezarı başında kaldırdılar sol yumruklarını; “Savrulan yapraklar gibi, akıp giden günlerimiz, cenaze törenlerinde, sessiz sitemsiz”