Post-gerçeklik, kavramların içinin boşaltıldığı ve gerçeklikle anlatının arasındaki bağın neredeyse tamamen koptuğu bir dönem… Hatta çoğu zaman açık yalana varacak kadar da pervasız bir hal… Tüm dünyada yaşanıyor ama tarih, post-gerçekliğin en simgesel örneklerini Türkiye’den toplayacak gibi görünüyor.
AKP Genel Başkanı, halkın yükselttiği haklı taleplerin meşruluğunu yok etmek için her şeyi yapmayı meşru görüyor. Tam da böyle bir çabayla bu hafta da “Tutturmuşlar bir EYT, erken emeklilik… İskandinav ülkelerinin hepsi bu sistemle battı” dedi.

Duyduğunun doğruluğunu teyit etmeyi bir toplumsal sorumluluk görenlerimiz hemen işi bilenlere kulak kabarttık. Melbourne Mercer’in de Natixis’in de hazırladıkları “Küresel Emeklilik Endeks”lerinde Türkiye araştırmalara dahil edilen ülkeler arasında en kötü 3-5 ülke arasında yer alıyor. Emeklilik sistemleri nedeniyle battığı iddia edilen İskandinav ülkeleri de genelde liste başlarında…
Veriler batmayı değil, tam tersine İskandinav ülkelerinde diğer ülkelerle karşılaştırıldığında emeklilik koşullarının, sistemin finansal durumu da dahil olmak üzere halkların ihtiyaçlarının en iyi şekilde karşılandığını söylüyor.
Bu gerçeklerden farklı bir şeyi topluma daha yüksek sesle ve toplumsal ayrışmaları körükleyecek şekilde boca etmek konusunda bir sıralama yaparsak işler değişir tabii!

Muktedirlerin gerçeklikle anlattıkları arasındaki bağı koparmalarına rağmen açıkça görünen şu:

Türkiye’yi yöneten Saray rejiminin kurduğu düzen, vatandaşlarına sağlamakla yükümlü olduğu, sadece yaşamını sürdürmek için temel nitelikte olan ekonomik ortamı sağlamakta dahi başarısız.

Ülkemizde işsizlik de, enflasyon da sadece bu ülkelerle kıyaslandığında bile söz konusu ülkelerin 3-4 kat üzerinde.

Kişi başına milli gelirimiz bu ülkelerininkinin yüzde 15-20’si düzeyinde.
Ama mesele bu da değil…

Mesele tüm bunların da katkıda bulunduğu bir endişe, karanlık ve mutsuzluk... Mutsuzuz çünkü kendimizi güvende hissedeceğimiz gelir, sağlıklı yaşam beklentisi, sosyal destek, özgürlük açılarından üzerimize yıkılan bir düzen var.
Birleşmiş Milletlerin (BM) yayımladığı Dünya Mutluluk Raporu, dünyadaki en mutlu ülkelerin, güçlü sosyal devlet ve kurumsal desteği bulunan ülkeler olduğunu ortaya koyuyor. Rapor, ülkeleri gelir, sağlıklı yaşam beklentisi, sosyal destek, özgürlük, güven ve cömertlik değişkenleri bakımından kıyaslıyor. Finlandiya birinci, ilk 10’da ise Danimarka, Norveç, İzlanda, Hollanda, İsviçre, İsveç, Yeni Zelanda, Kanada ve Avusturya var. Ne yazık ki Türkiye 79. sırada.
Ekonomi de, ekonomik veriler de, yapılacak yeni tercihlerle uygulanacak yeni politikalarla düzelir, düzeltilir. Mesele bunun ötesinde.

Israrla şunu hatırlamamız gerek. Kalkınma yalnızca ekonomik kalkınma değildir. Aslolan “insani kalkınma”dır. İnsani kalkınma, insanların yapabilirliği üzerinden tanımlanır; ekonomik kalkınmayı da içerir ama ötesidir. İnsanların yapabilirliğinin arttırılmasıdır kalkınma. Yani insani kalkınma hedefinin yerine getirilebilmesi için önce “insanların ne yapmak isteyeceklerini” tespite imkân veren bir düzen gerekir.

Bu tarife en yakın bildiğimiz çerçeve katılımcı demokrasidir. İnsanların istediklerini özgürce ifade edebildikleri, bu isteklerini katılımcı süreçlerle var edebildikleri, kendilerinin temsil yetkisini verdikleri seçilmişlerin bu istekleri karşılayacak süreçleri işletmelerini denetleyici bir güç olabilmeleri kalkınma açısından çok önemlidir. Hatta kalkınmanın olmazsa olmazıdır. Demokrasi yoksa, katılımcılık yoksa, şeffaflık yoksa, güçler ayrılığı ve halkın denetimi yoksa kalkınma olmaz.

İşte mesele bu.

Mesele, “bir ülke ve insanlık nasıl batar?” sorusunun yanıtında…

İşte bir ülke böyle batar.