Umut etmek, bireyin belirli bir koşulda, belirli bir umma haline, eşdeyişle bir bekleme haline girmesi demektir. Burada, beklenen bir değişkenin denklem içerisine dâhil olması ve arzu edilir bir sonucu sağlaması istenir. Ne var ki, Adorno’nun da dikkat çektiği gibi, nereden ve nasıl geleceği belli olmayan bir beklenenin bireyi bulması, ancak bir mucize olarak değerlendirilebilir

Bir umut var mı, hakikaten?

Önder Kulak - Dr., Felsefe

Frankfurt Üniversitesi’nde verdiği derslerden birinde Adorno, öğrencilerine Adler ile gerçekleştirmiş olduğu kimi sohbetlerden bahseder.1 Adler, yıllarca toplama kamplarında kalmış ve sayısız işkenceye maruz kalmış bir isimdir. Adorno’ya göre onu diğer birçok kimseden ayıran farklılık, yaşananların unutulmaması için kamplarda maruz kaldıklarını ve elbette tanık olduklarını kaydetmesi ve Auschwitz’den kurtulduktan sonra kayıtlarını bir çalışma haline getirmiş olmasıdır.2 Adorno, Adler’in yaşadıklarına rağmen böylesi bir çabada bulunması karşısında büyük bir saygı duyduğunun altını çizer. Ancak saygısı Adler ile konuya ilişkin her bakımdan hemfikir oldukları anlamına gelmemektedir.

Adorno, uzun bir doğa yürüyüşü sırasında, Adler ile bir Beckett tartışmasına tutuştuklarını belirtir. Bu tartışma sırasında Adler’in “Eğer Beckett bir toplama kampında bulunmuş olsaydı, bu umut kırıcı şeyleri yazmaz; insanlara cesaret veren şeyler yazardı” ifadeleriyle, kendisine oldukça sert bir çıkışta bulunduğunu anlatır.3 Adorno’nun Adler’e yanıtı, Beckett’in öylesi bir koşulda muhtemelen söz konusu eserleri yazamamış olacağı, ancak bunun mevcut eserlerini ne daha iyi ne de daha kötü kıldığıdır.4 Adler’in tepkisi, Adorno’ya göre, Beckett tartışmasının ötesinde, umut etme hallerinin neliğine ilişkin bir sorgulamaya imkân tanır.

Adorno’nun “umut yanılsaması” eleştirisi
Adorno, bireylerin toplama kampları gibi ağır koşullar altında bir umuda tutunurken, sıkça bilgi nesnesinden koptuklarına ve bir yanılsamaya kapıldıklarına işaret eder.5 Bu yanılsama, gerçeklikten uzaklaşılarak üretilen, koşulların bir şekilde bireyin yararına gelişeceği ve bir şekilde olumsuzluğun değilleneceği düşüncesini içerir. Adorno, kimi örnekler vererek, söz konusu yanılsamanın ilahi bir arayıştan farklı olmadığını savunur.6 Birey çaresiz kaldığı noktada, adeta gökyüzünden açılan bir çıkış kapısı ummaktadır. Bu durum elbette anlaşılırdır. Ve bir bakıma, insanların kendilerini korumak için zoraki bir olumlu düşünme haline yönelmeleri şeklinde değerlendirilebilir. Bireyin koşulları hakkıyla ele alamadığı bir noktada, kendisini bilişsel açıdan mümkün olduğunca korumasına olanak veren bir araçtır bu. Bu aracın nasıl bir sonuç doğuracağı ise bireyden çok koşulların belirleyiciliği altında bulunmaktadır.

Adorno’nun açıkladığı yanılsama karşısında önerisi, bilinç dâhilinde bir farkındalık oluşturmaktır. Böylesi bir farkındalık, “zihnin, vahşetin son uç noktasını özümsemesi, düşünmesi ve bu ruhsal deneyim karşısında onun üzerinde bir ustalık kazanması yeteneğidir.”7 Başka bir deyişle, olanların bilincinde olmak ve koşulların olumsuzluğuyla yüzleşmektir. Bunun gerçekleştirilmesi, bireyin dayatılana karşı reddiyesini ve bir karşı oluş halini korumasını, sergilemesini mümkün kılar. Ne var ki Adorno, bu savunma eşiğinin ötesine geçmenin pek muhtemel olmadığını düşünür.

Adorno, “umut yanılsaması” karşısında bir farkındalık önererek, güçlü bir direnişin olanağını ve sonuçlarını gösterir, ancak olumsuz koşulları yıkabilme ya da değiştirebilme konusunda “iyimser” değildir. Felsefesinde böylesi bir alternatif için kapıları kapatmasa da, eşdeyişle onu bir olanak olarak tanısa da, gerçekleşebilme olasılığının bir hayli düşük olduğunu dile getirir.8 Adorno, öyle ki, bu gibi toplu kalkışma hallerinin birey için sonunda hüsran olacağından oldukça emindir – ve bu konudaki gerekçelerini birçok yerde uzun uzun sıralar.

Savunmanın ötesine geçmek
Adorno’nun “kötümserlik”inin aksine, savunmanın ötesine geçen bir mücadelenin benimsenmesi için çok sayıda neden vardır. Bu belki de en çok, olasılığın en düşük olduğu zamanlarda geçerlidir. Zira kuvvetli bir hasım karşısında içe kapanan bir savunma yerine ani bir saldırı olanağını kollamak, düşük de olsa bu olasılığa sarılmak, asla anlamsız bir çaba değildir.

Bireylerin ağır koşullar altında, bir umuda tutunmak yerine, onu kendi elleriyle fiilen üretmeleri, demiri terse bükebilme koşulunun kapısını aralayabilir. Bunun için beklenen çaba, mevcudiyetin hakkıyla kavranması, olanaklar ve olasılıklar doğrultusunda işler bir güzergâh çizilmesi ve belirlenen yolda koşar adım yürünmesidir – ve olur ya herhangi elverişli bir olanağın bulunmadığı eşiklerde, her şeyden önce, söz konusu olanakların ortaya çıkarılması için uğraş verilmesidir.
Şimdi yeniden toplama kampları konusuna dönerek, çeşitli örnekler üstünden umudun nasıl üretilebileceği tartışılabilir…
Kamplar, aleni faşizmin yapısını mikro ölçekte sergileyen uzamlardı. Oldukça yaygın bir kanıya göre, kamplarda herhangi bir direniş ve mücadele olanağı mümkün değildi. Ne var ki çok sayıda tarihsel örnek, bu kanının doğru olmaktan hayli uzak olduğunu göstermektedir. Faşizmin tahakküm kurduğu tüm mecralarda olduğu gibi, kamplarda da antifaşistler, komite düzeni gibi farklı formlar altında, örgütlenme çabasına girmişler, çeşitli direnişler ve ötesine geçen mücadeleler sergilemişlerdir. Bu örgütlenmeler, başarıları ve başarısızlıklarıyla, en ağır koşullarda dahi nasıl mücadele edilebileceğinin örneklerini ortaya koymuşlardır.

bir-umut-var-mi-hakikaten-490371-1.
“Dışarıdan” yükselen mücadele kadar, “içeriden” yükselen mücadele de, faşist yapının yıkılmasında önemli bir pay sahibidir. Bireylerin işkence merkezlerinde yan yana gelmeleri ve yapıyı yıkmak için çıplak ellerden çatal kaşığa kadar her şeyi kendilerine araç edinip düşmanın aleyhine kullanmaları, antifaşist mücadeledeki en sağlam irade örneği olarak nitelenebilir.


Kamplardaki örgütlenmelerin başlıca amacı, mümkün olduğunca fazla insanın kamplardan kaçabilmesini, en yakın güvenli yere, olası ise partizan sığınaklarına ulaşmasını sağlamak ve kamplara zarar vermekti. Bunun için bireylerin kamp içindeki çalışma ve bulunma koşulları üstünden edindikleri ve türettikleri imkânlardan, işbirliği yapan Nazilerin sunduğu kolaylıklara kadar hemen her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorlardı.9 Bu çabaların her biri, “cehennem”de üretilen somut bir umudun parçalarını meydana getiriyordu. Başarılı olunsun ya da olunmasın, olanaklı ve ne kadar az olsa da olası bir durumun varlığı, tüm bu çabanın itkisini oluşturuyordu.

Kamplar arasındaki en kapsamlı kalkışmaların Treblinka, Sobibor, Auschwitz ve Lublin kamplarında gerçekleşmiş olduğu söylenebilir.10 Örneğin Treblinka’da, 2 Ağustos 1943 tarihinde, yüzlerce antifaşistin katıldığı büyük bir isyan örgütlenmiştir. Antifaşistler kampın muhtelif yerlerinde irili ufaklı yangınlar çıkarmışlar ve akabinde, bir şekilde edindikleri onlarca kesici ve ateşli silahla Nazi askerlerine yönelmişlerdir. Böylece bir çıkış yolu oluşturabilmiş ve yüz kadar antifaşistin sağ bir şekilde, direniş halinde bulunan yerleşim alanlarına ulaşabilmeleri mümkün olmuştur.
Benzer bir kalkışma da 14 Ekim 1943 tarihinde, Sobibor’da gerçekleşmiştir. Kamp antifaşistler tarafından neredeyse bütünüyle ateşe verilmiş ve kullanılamaz hale getirilmiştir. Büyük kayıplar verilmiş, ancak kalkışmanın sonucunda yüzlerce antifaşist kamptan kaçabilmiştir. Ayrıca isyan sırasında on bir Nazi askeri öldürülmüştür.

7 Ekim 1944 tarihinde ise, Auschwitz’te vuku bulan büyük isyan sonucunda kampın bir kısmı tahrip edilmiş, ancak sonucunda binlerce antifaşist katledilmiş ve kalkışma başarısız olmuştur. Buna karşılık yakın zamanlarda benzer bir kalkışma Lublin’de gerçekleşmiş ve yüzlerce antifaşist kamptan kaçarak partizan sığınaklarına ulaşabilmiştir.
Kamplardan kaçabilen antifaşistlerin bir kısmı örgütlü antifaşist mücadeleye katılmış, askeri, lojistik ve istihbari çeşitli görevler üstlenmişti. Kimileri doğrudan partizan birliklerine dâhil olmuş, kimileri yerleşim alanlarındaki bağımsız direniş hareketlerinin örgütlenmesine katılmış, kimileri de hâlihazırda örgütlü oldukları KPD ve Kızıl Orkestra saflarına dönmüştü. Bahsi geçen birliklerin birçok yerde kamplara saldırarak tahrip ettiği veyahut ortadan kaldırdığı ya da taşınmalarına neden olduğu ve Kızıl Ordu’nun ilerleyişi sırasında alan bilgisi sağladığı da burada not edilebilir. Öyle ki daha önce alıkonulan, işkence altında tutulan, çaresizlik dayatılan bireyler, savunmanın ötesine geçerek, distopik olanın yıkımına hayati önemde katkılar sunmuşlardı.

Umudun üretilmesi ya da umut olmak
Umut etmek, bireyin belirli bir koşulda, belirli bir umma haline, eşdeyişle bir bekleme haline girmesi demektir. Burada, beklenen bir değişkenin denklem içerisine dâhil olması ve arzu edilir bir sonucu sağlaması istenir. Ne var ki, Adorno’nun da dikkat çektiği gibi, nereden ve nasıl geleceği belli olmayan bir beklenenin bireyi bulması, ancak bir mucize olarak değerlendirilebilir.11 Buna karşın bireyin, bireylerin bir mucize ummak yerine beklenenin kendisi, kendileri olması, söz konusu denklem içerisine dâhil olarak, istenen sonucun gerçekten edinilebilmesinin önünü açar.12

Hitler’in kamplarında, gerektiğinde yaşamını ortaya koyarak ilkelerinden geri adım atmadan onurunu korumak, dayatma ve işkence karşısında direnç göstermek, antifaşist mücadelenin en önemli uğraklarından biri olmuştur. Ancak, yapıyı yıkmadan ve yerine bir alternatif koymadan (ya da en azından koyulacak olan alternatife bir yerinden ortak olmadan) ne bireyin kendisinin ne de toplumun geri kalanının güvende olmadığı ve olamayacağı açıktı. Bu noktada “dışarıdan” yükselen mücadele kadar, “içeriden” yükselen mücadele de, faşist yapının yıkılmasında önemli bir pay sahibidir. Bireylerin işkence merkezlerinde yan yana gelmeleri ve yapıyı yıkmak için çıplak ellerden çatal kaşığa kadar her şeyi kendilerine araç edinip düşmanın aleyhine kullanmaları, antifaşist mücadeledeki en sağlam irade örneği olarak nitelenebilir. Bu iradenin ortaya koyduğu tarihsel örneklere bakıldığında, sonuç bakımından başarılı olsun, olmasın, sergilenen irade, mücadelenin her mecradaki sürekliliğini mümkün kılmış ve umut olmanın umuda tutunmaktan yeğ olduğunu bedeller pahasına gösterebilmiştir.

1 Theodor Adorno, Metafizik: Kavram ve Sorunlar, çev. İsmail Serin, İstanbul: İthaki Yayınları, 2017, s. 205.
2 Bkz. H. G. Adler, Theresienstadt 1941-1945: The Face of a Coerced Community, çev. Belinda Cooper, Cambridge: Cambridge University Press, 2017.
3 Theodor Adorno, Metafizik: Kavram ve Sorunlar, s. 205.
4 A.g.e., s. 206.
5 A.g.e., s. 206.
6 A.g.e., s. 205.
7 A.g.e., s. 207.
8 Adorno’nun ütopya ve toplumsal değişim konusundaki fikirlerini sıralayan ve eleştirel şekilde ele alan bir çalışma için bkz. Önder Kulak, Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, İstanbul: İthaki Yayınları, ss. 1-14, 47-49, 120-134.
9 Ayrıca bir kısmı dışarıdaki antifaşist örgütlenmelerle iletişim halindeydi. Bunların başında KPD ve Kızıl Orkestra geliyordu.
10 Bkz. http://www.camps.bbk.ac.uk/themes/resistance.html
11 Bu noktada, bir “mucize” bekleme hali karşısında “umut tacirleri”nin bireye ilişkin maddi ya da manevi bir istismar için daima kapıda hazır bekledikleri akılda tutulmalıdır.
12 Bu dâhil olma hali bireyin koşullarına ve koşullar karşısındaki tutumlarına göre, kimi zaman doğrudan etken şekilde, kimi zaman da dolaylı katılımla destek veren şekilde gerçekleşebilir.