Bizim hikâyenin kahramanı Yusuf, 90’lı yıllara geldiğinde dönemin başbakanın savurduğu tehditleri önce kulak ardı etti. Gazetelerde ölüm listeleri yayımlanıyordu

Bir “Yusuf” masalı

EREN AYSAN - @tekirkedi

Bu hikâyede olaylar ve kişiler hakikatin bir parçası… Bu hikâyede aşk, nefret, şiddet, cinayet ve ölümüne sevgi var. Bir tek ihanet yok! İhanet kalleştir, yüreğe sığmaz, taşar. Ve vicdanla ihanetin yan yana gelemediği o büyük ırmakta müdemadiyen ıstırap vardır. Söz söylemeyi hayatın içine alıyorsanız bedel ödemeyi göze almışsınız demektir. Kanatıcı, acıtıcı, yaralayıcıdır sözler. Ardından tehditler sıradanlaşır, takip başlar, silahlar konuşur.

Bu hikâyenin kahramanının adı: Yusuf. Acılar coğrafyasında bir peygamber adı koyarak kutsadı babası onu. Oysa, “yusuf”, ibranice “inilti” demektir. “Yusufçuk kuşu” efsanelerde bir feryadın yankılanmasıdır. Bu nedenle doğduğu Lice göğünde çok sık tekrarlandı ismi. Mahcup, sakin, duygulu bir çocuktu. Bir damla gözyaşıyla büyüttü anası onu. Nice emek, nice acı, nice yorgunlukla. Anası “oğlum, yiğidim” diye her sarıldığında saçlarına düşen akları unuttu.

Yusuf’un bir de ağabeyi vardı, yoksulla zengin arasındaki ayrıma itiraz eden, beylerin gaddarlığına karşı koyan. Özendiği, sevdiği, saydığı ağabeyi. Her gün okul dönüşü önlüğünü çıkartıp usulca odasına girdi. Onun kitaplarına şefkatle dokundu. Okudu… hep okudu. Tarık Ziya İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken baba evine geldiği günler sevinci oldu. Sonra Ağabeyi Paris’e gitti. Onun yeşil çuhada kan izlerine hipokrat yeminiyle karşı çıktığı yıllarda Yusuf da sınıf çatışmasının ne demek olduğunu belledi. Kürtlerin yaşadıklarının yazgı olamayacağına kanaat getirdi. Yoksulun hakkını savunacağına söz verip Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. 65 seçimi olduğunda Tarık Ziya TİP’den milletvekili seçildi. Yusuf ise TİP’in gençlik kolları örgütlenmesinde yer aldı. Artık o da çaba gösteriyor, direniyor, didiniyordu. Cevval, atak, ateşli bir gençti. Yusuf kendini tartışmaların bir anda odağında buluyor, bazen son söyleyeceği sözü önce söyleyiveriyordu. Hatta ağabeyiyle bile zaman zaman ters düşmeyi göze alıyordu. O yıllar fener alayı gibi bir anda gelip geçti. 71 muhtırası ortalığı sarstı, mapushaneye Tarık Ziya düştü. Bir süre sonra Yusuf da yargılandı, beraat etti.

Nefes alınamayacak kadar kötü yıllar vardı önünde. Sarılabileceği ela gözlü bir kadın çıktı karşısına. Kendisi gibi Hukuk Fakültesi’nde okuyan bu güzel kadına tek kelimeyle vuruldu Yusuf. Adını dahi unuttu. Artık Edip Cansever’in, “Ben yani Yusuf, Yusuf mu dedim, hayır Yakup” dizeleri gibiydi. Adı aşktan bazen Yusuf, bazen Yakup’tu. William Blake, “kimileri sonsuz gecede doğar” demişti. Ülkü onun sonsuz gecesi olmuştu birden bire. İstanbullu bu hukuk kadınını evliliğe ikna etmek kolay olmadı. Ama mutluluğu daim oldu. Birbirinden güzel çocuklar verdi ona cânım Ülkü.

Bizim hikâyenin kahramanı Yusuf, 90’lı yıllara geldiğinde dönemin başbakanın savurduğu tehditleri önce kulak ardı etti. Gazetelerde ölüm listeleri yayımlanıyordu. Kısa hayatında ne çok tehdit, ne çok acı, ne çok cinayet görmüştü. Belki de kötü ölümün yanından geçeceğini hiç ama hiç düşünmüyordu.

Ülkü kaygılıydı. Badirelerle dolu yılları birlikte aştığı kocasına zarar gelmesinden korkuyordu. 1994 yılının 23 Şubat akşamı evin telefonu çaldı. Ülkü kocasının sesini duyunca rahatladı. Birazdan bürodan çıkıp yanına geleceğini söyledi Yusuf. Ne var ki bir daha eve hiç gelemedi.

Birkaç gün sonra Ankara’nın o yıllarda uzağında olan Gölbaşı-Haymana yolunda cesedi bulundu. Ülkü kocasını görmek istedi, engel olamadılar. Sevdalısının vücudundaki işkence izleri ile mavi çekirdekli mermi izleri birbirine karışmıştı. Mavi çekirdekli mermi, o yıllarda çokca kullanılan uzi marka silahların mermisiydi.

O gece Ülkü başı dik eve gitti, yıllarca çocuklarına bakmış, avukatlık yapmamıştı. Önce cübbesini dolabından çıkardı, yıkadı, ütüledi. Sonra ilk dilekçesini yazdı. O sırada Amerika’da olan büyük oğlunu aradı. “Baban kalp krizi geçirdi” diyebildi. Uçağa bindiğinde Yusuf’un oğlu babasının ölümünü gazeteden okudu. İstanbul’a gelinceye kadar kalbinden aklına giden acıyla yandı, tutuştu.

Artık evin direğiydi Ülkü. Huzursuzca bir kelebek gibi narinliğini koruyarak kanat çırptı. Çocukları için dişlerini sıktı, sıktı, sıktı. Aklına öldürülmüş kocası geldiğinde derdini anlatacak kelime bulamadı. Her şeyin akışı canını yakmaya başlamıştı. Wordsworth muydu, “sevgim acıyor” diyen. İşte bu düğüm onu çıkmaz bir sokağa götürdü. Ülkü’ye kanser teşhisi konduğunda yaz başıydı. Büyük ihtimalle, “heves kederli bir tutkudur” diye düşündü, giden kocasının ardından. Uzun sürdü tedavi. Bir süre Londra- Ankara arasında mekik dokudu. Direnmek saf bir umuttu. Bir bahar akşamı yoğun bakım odasında Yusuf’un elini tuttu Ülkü. Gitti uzaklara, aşkının yanına…

Bu sırada Ayhan Çarkın bir dizi itirafta bulunmuş, Yusuf Ekinci cinayetini de üstlenmişti. Boyalı basının davaya ilişkin haberleri gizlediği dönem geldi çattı. Çiller’in başbakanlığı döneminde işlenmiş on dokuz cinayet sebebiyle Mehmet Ağar, Korkut Eken, İbrahim Şahin, kayıplara karışmış olan Mahmut Yıldırım (Yeşil) ve Ayhan Çarkın’ın da aralarında bulunduğu Özel Harekatçı polisler yargılandı. Davada tutuklu sanık kalmadı. Babası adına mahkemede avukatlık cübbesini giyen oğlu Sertaç Ekinci’ydi bu defa. Utanmadan duruşma salonunda, “sen kimsin?” diye sordular delikanlıya. “Ben sizin öldürdüğünüz adamın oğluyum” dedi Sertaç.

Bu hikâyenin kahramanı: Yusuf. Yalnız Yusuf mu? Uğur, Metin, İlhan, Behçet, Muammer, Musa ve daha binlercesi.

Şimdi onun fotoğrafına bakın. Ne mi göreceksiniz? Esmer bir tene yaraşır şimşek gibi gözler. Namus sözcüğüyle bütünleşen duruş. Bir ömre yayılmış umut. Sakin ve kararlı sözcükler. Kimi zaman inada varan derin bir mücadele. Gülünce bir ağız vişne dolusu güzel bahçeler. Geleceğe dair aydınlık düşler… Bu sepya fotoğrafa bir daha bakın. Ne mi göreceksiniz? Eve düşen ateşi ev halkının bile kaldıramayacağı kadar büyük acılar… Acıyı taşıyamayan fedakâr kadınlar… Uyumsuz kalan ve daima bedel ödeyen genç hücreler… Ve dahi onların kansere yenilişini göreceksiniz. Ülkü’yü göreceksiniz. Hadi bu fotoğrafa bir daha bakın… Orada “derin” devletin varlığını, öldürdüğü bedenleri göreceksiniz. On yedi bin faili meçhulun yerde kalan kanını göreceksiniz.

Benjamin, “Artık hakikatin yalan, yalanın da hakikat olarak göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi” demişti. İşte bu günlerde gerçeği korumaya çalışırken, inci gibi dizilmiş yalanlar kaldı bize.

O yalanları utanmadan arsızca söyleyenler… Düşleriniz paramparça olsun. Sözünüzü bir kuyuya dahi anlatamayacağınız yerlerde kalın. Olmayan kalbinizdeki acıyla kavrulun. Yetim bıraktığınız çocukların bakışlarında boğulun!

Çünkü siz bu yazının kahramanı Yusuf’u öldürmediniz yalnızca… Benim arkadaşımın, kardeşimin, dostumun babasını öldürdünüz. Sertaç Ekinci’nin babasını öldürdünüz. Biz, babası öldürülenler biliriz ama siz ölümüne dostluğun ateşini bilmezsiniz. Hep gaddarlığın küllerinde savrulun!