Gerici bir rejim, ataerkil bir düzen, adaletsiz ve saldırgan bir sistem içinde göz yummak da yummamak da aynı ölçüde zor. Bir kabuğun içinde sıkışıp kalmak, depresyon hırkasını sırtına geçirip koltuğa cenin pozisyonunda kıvrılmak veya tehlike geçene kadar nefesini tutmak da çare değil. Çünkü şairin dediği gibi: “Zırhımı kuşanıp yatıyorum, sabah yine bir zıpkın yüreğimde.”

Birlikte öğrenmek ve direnmek

Nesli Zağlı

Geçen hafta burada yayımlanan yazımda* peş peşe gelen felaketler karşısındaki korkularımızı, kaygılarımızı ve arayış içindeki hallerimizi yazmıştım. Şükür ki doğal felaketler her gün olmuyor. Ama öyle bir ülkede yaşıyoruz ki artık “gündelik” kabul edilen olaylar bizi “zıpkın” gibi yaralamaya devam ediyor. Bir baba sevgilisi var diye gencecik bir kadını öldürüyor, "Çocuklarım aç", diye feryat eden baba kendini yakıyor, erkek kadına, baba kızına, tok aça, aç toka düşman oluyor. Eksiliyor ve yalnızlaşıyoruz. Tüm bu lime lime resimlere bakmamak için gözlerimizi kapatıyoruz. Ama artık gözlerimiz kapalıyken bile çaresizliğimiz gözlerimizin önünden film şeridi gibi geçiyor. Çünkü gerici bir rejim, ataerkil bir düzen, adaletsiz ve saldırgan bir sistem içinde göz yummak da yummamak da aynı ölçüde zor. Bir kabuğun içinde sıkışıp kalmak, depresyon hırkasını sırtına geçirip koltuğa cenin pozisyonunda kıvrılmak veya tehlike geçene kadar nefesini tutmak da çare değil. Çünkü şairin dediği gibi: “Zırhımı kuşanıp yatıyorum, sabah yine bir zıpkın yüreğimde”.
Peki, ne yapmalı, mecbur muyuz biz bizzat yaşadığımız veya seyirci kaldığımız tüm travmatik deneyimler karşısında kıvrılıp kalmaya? Aslında değiliz, bu kadar yalıtılmış, yalnız ve çaresiz olmak tek kaderimiz değil. Çok iyi biliyoruz ki travmalar karşısında en sağaltıcı iklim dayanışmadır. Bunun örneklerini depremlerden, kazalardan, katliamlardan sonra gördük. Örneğin herkes 99 depremi sonrası yaşanan sahtekarlıklara fırsatçılıklara vurgu yaptı ama bir çok sivil toplum kuruluşu kendilerini yaraları sarmaya adadı. 10 Ekim Katliamından sonra travma mağdurlarına geniş bir psikososyal ağ ile ruhsal destek sağlandı. Hrant Dink ve Tahir Elçi’nin katledilmelerinin ardından yapılan her anmada düşüncelerin katledilemeyeceği hatırlandı, hatırlatıldı. Sivil toplum örgütleri Barış Akademisyenleri'nden öğrencilere, LGBTİ bireylere, ailelere destek sağladı. Kendimizi çaresiz ve yalnız hissettiğimizde neden bunları görmüyoruz? Biri çıkıp diyebilir ki koskoca acılı bir coğrafyada bu küçücük hamleler devede diken. Ben ise tüm bu dayanışmanın etki alanına değil ruhuna bakıyorum. Bu toplumsal dayanışma ruhu sönmedikçe genişlediği de olur, kapsadığı da, yayılıp taştığı da.

Hayattaki kaygılarımız ister bireysel ister toplumsal olsun çözümü içe dönmekte değil. Biliyorum ki kaygılı, depresif hisseden herkes içine dönme, kendinde dinlenme, kendini dinleme eğiliminde. Belli bir dönem için bu istirahat gerekli olabilir. İngilizce “depressed” kelimesi “deep rest” kelimesiyle şans eseri sesteştir belki ama tükenmiş ruhun biraz rölantiye geçmek istemesi gerçektir. Üç gün, beş gün, iki hafta derken bu süreler ayları bulabiliyor ki sorun işte burada. Yapılması gereken küçük adımlarla içinden tekrar dışarı adım atıp bebek adımlarıyla da olsa yola düşmektir; kozandan çıkıp yol arkadaşlarına karışmak ve birlikte yürümektir. Seni her gün zıpkınla vuran mutsuzluklar karşısında yapılacak bir şey mutlaka var. Ülkede İyilik Fabrikası gibi çalışan sevgili Haluk Levent örneğin “baş iyi” de olsa yalnız değil, bir ekiple çalışıyor. Eminim ki yaptığı iyilikleri güzellikleri de sadece kendine mal etmiyor. Biz de bir ekibin parçası olabiliriz. Çok istersek politik olarak örgütleniriz, istemezsek sivil toplum kuruluşlarına destek veririz, doğuda bir kütüphaneye kitap, çocuklara mont göndeririz, bir öğrenciye iyi kötü destek olabiliriz. Bu listenin sonu yok, biz yazdıkça uzar. Deprem bölgelerine, ihtiyaç sahiplerine birkaç erzak kolisi yolladım, birkaç öğrenciye harçlık yolladım, birkaç sivil toplum kuruluşunda mesleğim gereği gönüllü psikolog oldum diye iyiliksever olmadım belki ama toplumsever olduğuma emin oldum. İşte ihtiyacımız bu dayanışmayı hepimizin aynı duyguyla yaşadığına dair bir inanç.
birlikte-ogrenmek-ve-direnmek-688901-1.
Jose Saramago’nun Körlük adlı romanı müthiş bir hızla yayılan körlük sonrası insanların ve insanlığın geldiği hali anlatan bir distopyadır. Seneler önce bu kitabı okurken bizim memleketinin yarısının cahil bir körlükle, diğer yarısının ise her şeyi görmek ve hiçbir şey yapamamakla lanetlendiğini düşünmüştüm. Kör grup için dünya kolay çünkü zaten gözleri kapalıyken de açıkken de hayali bir ülkede yaşıyorlar. Aç açıkta değiller, kimse soyulmuyor, kimse öldürülmüyor. Oysa biz (izninizle sizi de katıyorum) insana ve hayata dair her değerin yitirildiği bu acımasız ülkenin tüm enkazlarının altında kalmış gibi hissederek yaşıyoruz. Sosyal medya bu açıdan büyük bir işlev görüyor çünkü ortak bir “dil” yaratıyor. Anne kucağından itibaren dil ortaklıktır, dayanışmadır, kucaklaşmadır. Bu nedenle “klavye silahşörü” dediğiniz o sosyal medya aktivisti kişilere kızmayın. Onların kullandığı dil kaliteli olduğunda toplumsal dayanışmanın çatısıdır. Belki ihtiyacımız olan bu sanal aktivistliği “bir tık” ileri taşımak. Örneğin change.org’da imza verirken bir yandan da doğru kaynaklar yoluyla ihtiyaç sahiplerine minik eft’ler yapmak. Her şey para değil elbette. Ben psikolog olarak gönüllü olabiliyorsam, bir öğretmen, bir inşaat mühendisi, bir grafiker de bir oluşum içinde bir işin ucundan tutabilir. Öğretmen ise eğitim verebilir, inşaat mühendisi gönüllü olarak birkaç gecekonduyu gözden geçirebilir, bir grafiker bir kamu spotu için tasarım yapabilir. Yukarıda da söylediğim gibi bu liste uzar gider. Uzasın da… Kıymetli ama rutubetli bir yalnızlıktan çıkıp birlikte görmek, öğrenmek ve direnmek zamanı…

*https://www.birgun.net/haber/cehennemde-cehennem-olmayani-bulmaya-calismak-287233