Geçen hafta futbolcuların kariyerlerinin sonunda Amerika’da oynamaya gitmelerinin futbolu bırakmalarından daha üzücü olduğunu söylemiştim. Zaten belirli yıllar arasında icra edilen bir meslek yapıyorsanız, o belirli süre içinde -tabiri caizse- su akarken küpü doldurmak doğal karşılananilir. Ama yine de futbolsever olarak en sevdiğim oyuncuların, futboldan anlamayan memlekette top koşturmalarına ya da Arap ülkelerinde petrol zengini şeyhlerin gölgesinde yeteneklerinin onda biriyle sahaya çıkmalarına ne yapsam gönlüm razı olmuyor.

Hatta David Beckham’a her zaman kızgın kalmam sırf bu yüzdendir. Bu kadar yetenekli, adına filmler yapılan, tribünleri çoşturan sahalara bir daha zor gelecek bir futbol adamı önce özel hayatıyla bir “celebrity” oldu sonra da bu işin membağı Amerika’ya gidip futboldan çok reklam filmleri, partiler, kırmızı halılarla vakit geçirdi. Bizler de futboldaki muhteşem yeteneğinden çok, farklı dallardaki meziyetlerini görür olduk. Gollerinden çok yakışıklılığı, karısı ve çocuklarını konuştuk.

Tabii bunun tam tersi yani sevdiğimiz futbolcunun biterek sahalardan silinmesi de üzücü. Hayranlıkla baktığınız oyuncunun önce oynadığı pozisyonu, sonra ilk 11’deki yerini, sonra da formayı kaybetmesini; sezon sonunda önce ligin ortalarında bir takıma bedelsiz kiralanıp sonra belki de ikinci ligdeki bir takımda oynamasını; sonunda da koşamayacak, pas veremeyecek, kilo almış halini görmek, deyim yerindeyse gözünüzün önünde erimesini izlemek tam anlamıyla acı verici.

Golfün yetenekli çocuğu Tiger Woods, “Kendi oyunumu hiç beğenmiyorum. Çok kötüyüm. Bir süre dinlenip, daha çok çalışıp geri döneceğim” deyip, süresiz ara verdiğini açıkladı. Tabii ki bireysel bir oyunda bu kararı vermek daha kolay ve golf daha az fiziksel kondisyon isteyen bir spor olduğundan daha olgun yaşlara kadar yapılabilir. Fakat her şeye rağmen bir sporcunun özeleştirisini yapıp egosunu ayaklar altına alıp kendi oyununa kötü diyebilmesi takdire şayan. Futbolcular da zaman zaman bunu yapsa bizler de izlerken daha az acı çekeriz, kim bilir.

***

Centilmenliğe tokat

Zaman zaman basketbolun futbollaşmasından şikayet ediyorum. Kuralları bile bilmeyen seyircinin, derbi ruhunu yaşamak için gittiği salonlara futbol tribünü havasını götürmesine karşı çıkıyorum. Daha naif, nispeten saygılı ve sakin basketbol taraftarının da yoldan çıkarılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Tabii futbollaşmanın tek müsebbibi taraftar değil. Bunun en büyük kanıtını Eskişehir maçının devre arasında oyuncusunu tokatlayan Ergin Ataman gösterdi. Basketbol gibi her fırsatta centilmenliğin dile geldiği bir oyunda olabilecek son şey! Fakat bundan daha da garibi yediği tokatı açıklayan ve sonrasında da federasyona şikayette bulunan Göktürk’ün ayıplanması. Kol kırılır yen içinde kalır, dayak yenir soyunma odasında kalır zihniyeti zaten ülkemizin gerçeği. Sonuçta tecavüze uğrayıp suçlu çıkmamak için şikayette bulunmayanların, dayak yiyip şikayetçi olamayanların ülkesindeyiz. Ergin Ataman’ın yaptığını savunup bir de “Eline sağlık kardeşim” diyen kişinin Yılmaz Vural olmasına da, Galatasaray’ın tokat olayını hocayı tazminat almakta koz kullanabileceğine de, Abdülrahim Albayrak’ın çıkıp hocanın arkasında durmasına da elbette şaşırmadık. Hocanın takım üzerindeki emeği tartışılmaz. Fakat yapılan ne insanlığa, ne sporun doğasına ne de çok övünülen o Galatasaray asaletine sığmaz. Ergin Ataman’ın Fatih Terimleşmesine de, basketbolun futbollaşmasına da izin vermemek lazım.

***

Kanka

Geçtiğimiz günlerde hakeme krampon fırlatarak bizi şaşırtan Arda Turan bu hafta da bir Fransız dergisine verdiği röportajda Tayyip Erdoğan’ı sekiz yaşından beri tanıdığını ve kendisiyle her konudan konuşabildiğini söyledi. Evlenirse düğününe davet edeceğini söyleyip kendisine “tıpkı arkadaş” gibi dedi. İkilinin arasındaki arkadaşlık ilişkisi ne boyutta elbette bilemeyiz. Fakat herkes sadece kendi hayat görüşündeki insanlara arkadaşça davranmak yerine herkese karşı daha hümanist ve arkadaş gibi olsa hem memleket hem de futbol daha iyi hale gelirdi sanırım.