Artık aramızda olmayan büyük ve dahi yönetmen Andrey Tarkovski de neredeyse Batı tarafından savaş suçlusu ilan edilecek, aynı coğrafyada doğan ve tarihe kocaman harflerle yazılan nice müzisyenler, romancılar gibi.

Biz bu filmi görmüştük!

Alper Turgut

Onca anlam yüklememiz, içtensiz methiyeler düzmemiz, sürekli parıltılar eklememiz, payeler üstüne payeler vermemiz, pek bir şeyi değiştirmiyor olsa gerek, çünkü güzelim yaşamı kendimize ve birbirimize zindana çevirmekte üstümüze yok! Veya bunca göz kamaştıran ışığına, süsüne püsüne, çekim gücüne, inanılmaz enerjisine rağmen, hayat aslında kocaman bir enkazdı, belki bu yüzden kazıdıkça altından yeni yeni dramlar çıktı. Peki, biz neyi seçtik? Ya üstünü örtmeyi benimsedik ya da seyirci kalmakta beis görmedik. Bergen filminin, neredeyse pandemi derken, pahalı bilet derken, kötü yapımlar derken, sallanan, çuvallanan, yere kapaklanan sinemamızı ayağa kaldıracak kadar rağbet görmesinin en gizli sebebinin, acıyı seyretme alışkanlığımızda yattığını kim inkâr edebilir?


Bu görece istismar hallerinin, sanat adına olmadığı hayli kesin, mevzu salt para tamı tamına. Evet, evet, bırakalım farkındalık gibi büyük lafları, kimse ne yaraya merhem olmayı diliyor ne de duyarlılıkta devrim yapmak istiyor tıka basa sinema salonlarında. Dayanamayacak acılar da var hayatta diye, kendi haliyle eşleştirip içine su serpilecek belki, illa birileri acımasız kalıba ses verecek, ‘su testisi su yolunda kırılır’ diyecek, birçoğu aramızda dolaşan katil heriflere lanet edilecek, sonra kafadan silinecek, ta ki yeni bir acı, gündemimize gelene ve anca birkaç gün zihnimize yerleşene dek. Meramım, bu yakıcı, yıkıcı, yıpratıcı gerçeğimizin, iktisadi acı ‘pornosu’, değişebilir vicdan panosu olmasın demek, kelimesi kelimesine, tek tek. Kolektif bilincin hissizleşmesi, hafifleşmesi, kırılabilir hale gelmesi değil mi zaten, yaşadığımız her şeyi sineye çekme refleksimizi sürekli güncelleyen.

Hah! Filmi yapılmasın değil ha, aksine böylesi travmatik yaşanmışlıklar dünyanın her yerinde, kitaba, filme, resme dönüşüyor, dönüşecekte. Zulmün, eziyetin, cinayetin, cehaletin sürdüğü yerde, kadim merak duygusuyla birlikte, karanlık tiplerin varlığı da toplumun çetelesinde görünür hale dönüşmelidir. Cisimleşmiş kötülükle daha kolay mücadele ediyoruz çünkü, heyula neymiş misal, seri katiller varken. Ünlü muamelesi görmeler, yıldız payesiyle ödüllendirilmeler, kimileri seri katili, öyle bir acınası arzu nesnesi ediyor ki, tarifsiz. Piyasada acı güzellemesi yapan, bunu satan dergiler var haddinden fazla. Sinemada da olsun furyası bu, adını koyalım. Yineliyorum, iyi film, kötü film değil mesele, madem alıcısı var, o zaman rastgele, ah! Savaş bir yanda, yumuşatılmış virüs bir yanda, ekonomik kriz bir yanda, yumruk üstüne yumruk yemeye doyamayan zavallı bizler, zaten oturmuş usulca kar fırtınasını bekliyoruz. Neyse zelzele, dev dalgalar, uzaylı istilası filan yok şimdilik.

Herkes, 1987 Mart ayında yaşanan İstanbul’un karla kaplanması efsanesini baz alıyor, her tipi, o tipi sanıyoruz, sonra aldanıyoruz. Gençler zaten bilmiyor, coğrafyamızın dağlık kesiminde her kış yaşanan şeyi, bazen abartarak, üstüne bir şeyler katarak anlatıp duruyoruz. Ya kader işte, birinin günlük rutini, senin 35 yılık kar destanın, yani o denli! Üzerinde ıhlamur kaynayan ve kızaran mandalina kabuğuyla odaya hoş koku salan soba harıl harıl yanmaktadır, gündüz ve gece, onun etrafında kutsal bir mıknatısla çekilmiş gibi dizildiğimiz o günleri, hâlâ hatırlarım. Başka bir odaya geçmek zulümdü, bu tebelleş soğuk illa peşinize düşecek demekti, tipide dışarı çıkmak da ne demek! Ne zaman fırtına bitti, karda zordur yürümek şarkısı gerçeğe çevrildi. Sonra herkesin herkesten uzak durmadığı o günlerde, neşeli bir kartopu savaşına dönüştü kaç günlük sabırsızlık, yediden yetmiş yediye, öylesine. Neyse ki mutlu son vardı o öyküde, özellikle çocukların büyük bir umutla beklediği o yağış, elbette bir gün yine yağacak. Ama şimdi çok daha kalabalığız, pandemiden sonra bir binimizden çok daha uzağız, eh işte hepsi hayat!

Tüm Batman filmlerini seyrettim, haliyle sonuncusunu da izledim. Karanlık, keyifli, tıkır tıkır ilerleyen, seyir zevki yüksek bir işçilikti. Hatta Bruce Wayne üzerinden zenginlik eleştirisi de var, eyvallah. Gotham koyu karanlık ve tekinsiz bir kent, itinayla resmedilmiş, amenna. Lakin yetim ve öksüzlerin, zengin olanı gelecekte iyi bir insan olabilir, fakiri ise haklı da olsa en nihayetinde kötülüğe savrulur kafasını, asla anlayamayacağım. Hollywood’un da anarşiyi betimlemesi, kesinkes kapitalizme yakışır, hem başka ne olacağıdııııııııı?

Tam sinemadan gidiyorduk, az kalsın asıl filmi atlıyorduk. “Ben milletimi özledim” diyen 1990’ların başbakanı Tansu Çiller, siyasete döneceğini ima etti. Bakınız yukarıda Gotham karanlık ve tekinsiz demiştik ya, Gotham nedir kardeşim, görece cennet sayılır, işkencelerin, faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, yargısız infazların ardı ardına yaşandığı memleketimin o yıllarıyla karşılaştırılamaz bile. Suçun ve suçlunun korunup kollandığı o devre dair derin devlet karanlığını, aklı başında olan, yüreği insaflı atan hiçbir insanın özlediğini, kana, çığlığa, gözyaşına, delik deşik edilen zamanlara hasretlik çektiğini sanmıyorum. İşte, biz bu filmi gördük, kanlı canlı gördük, arka arkaya gördük, çok kere gördük. Bakmaktan, görmekten, bıktık, yıldık, usandık.

Artık aramızda olmayan büyük ve dahi yönetmen Andrey Tarkovski de neredeyse Batı tarafından savaş suçlusu ilan edilecek, aynı coğrafyada doğan ve tarihe kocaman harflerle yazılan nice müzisyenler, romancılar gibi. Oysa o, ilk filmi İvan’ın Çocukluğu’nu (Ivanovo detstvo) bundan tam 60 sene önce çekti. Bu filmi yapmasındaki biricik motivasyon, savaşlara karşı olmasıdır. Sinemanın, tüm sanatların hepsinden daha fazla duygusal olması ve kalbe hitap etmesi gerektiğini ısrarla vurgulayan Tarkovski şöyle der; “Savaşa karşı duyduğum bütün nefreti aktarmak istiyordum. Çocukluk temasını seçtim, çünkü çocukluk, savaşla en fazla çelişen haldir. Film bir plan üzerine inşa edilmiyor, savaşla çocuğun duyguları arasındaki karşıtlığa dayanıyor.” Savaş karşıtlığını, barış yanlısı olmayı, Tarkovski sizden öğrenecek değil ha, kiminin acısı hâlâ taptaze olan onca savaşı, işgali, sömürgeleştirmeyi, kırımı, soykırımı kabul etmeyen modern Batı'nın, en az oligark Rusya kadar suçlu bulunacağı ve tarihsel sorumluktan kaçamayacağı günler de gelecektir, er ya da geç.