Çoğumuz mahallede futbol oynadık. Taştan kalaler, bakkal kepenklerine asılmış fileler içindeki plastik toplar, mahalle maçları, futbolcu kartları... Ailemiz gibi yani seçmeden içine doğduk futbolun. Biraz büyüyüp sokağa çıktığımızda gördüğümüz oydu, bizden büyükler oynarken izlediğimiz oydu. Televizyonda şimdi olduğundan çok daha renkli bir spor dünyası izlerdik aslında. Atletizm, artistik buz pateni, uzun atlama performanlarını ailece, heyecanla takip etsek de hayatımızın gerçeği futboldu. Topumuz oldu mu - ya da topu olan bir arkadaşımız- her yer bize sahaydı.

Yaşlar büyüyüp mahalleden çıkma vakti geldiğinde ise bambaşka bir spor hayatımıza girmişti: Basketbol. Her ne kadar okul bahçelerindeki potaların altında da futbol oynamaya çalışsak da basketbola ilgi duyanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Chicago Bulls adını duymamız, Air Jordan’ı görmemizle; çöp kutusundan yapılan potalar, basket topları, gurbetçi akrabalardan istenen bilekli basket ayakkabıları hayatımıza girdi. Hem daha ‘cool’ bir spordu hem de boyu uzatıyordu (!)

Yıllar içinde futbol hep milli meselemiz, hepimizin ortak noktası olmaya devam etti. Dolayısıyla endüstriyel açıdan da aldı başını gitti. Basketbol ise hep daha naif hep daha centilmen hep daha ‘cool’ kaldı. Büyüklerimiz basketbolda efendiliğin esas olduğunu anlatıyordu. Gerçekten de oyuncuların birbirine ya da hakeme saldırdığı; taraftarların sahaya yabancı madde attığı, parkeye indiği bir maç görmemiştik. Çocukluğum ve ilk geçliğim Apdi İpekçi’deki tüm maçlara gitmekle geçti, en çok da Efes maçlarına. Kadınlar, çocuklar hep birlikte geliyor, eğleniliyor, heyecanlanılıyor, yeri geldiğinde rakip takım alkışlanıyordu. Aynı anda tribün hayatı da olan biri olarak benim için gerçekten ilginç bir deneyimdi. Bir tarafta bu medeniyet seviyesinde maç izliyor; hafta sonu tribünde sahaya atılan cep telefonlarına şahit oluyordum. Stat çıkışı yaşanan olaylar da cabası. Hem basketbol hem de futbolda profesyonel olmuş Can Bartu’nun annesinin geldiği ilk futbol maçından sonra bir daha evladını sahalarda izlememesinin ve basketbolda devam etmesini istemesinin de sebebi de tam olarak buydu. Yıllar geçtikçe basketboldan da kopmamaya çalıysam da ister istemez küçük aralar oldu. Bu arada basketbolda sadece kendi takımım değil her zaman tüm takımların maçlarını izlemeye çalıştım. Şimdilerde basketbolun şov tarafını en iyi yansıtan; salonuyla, eğlencesiyle, interaktivitesiyle bu yola en çok baş koyan takımın Fenerbahçe olduğunu söyleyebilirim.

Çok uzun zaman önce basketbolun futbollaşmasından duyduğum rahatsızlığı yazmıştım. Beşiktaş’ın basket maçında yaşadığım “Kartal gol gol gol” şoku, futbol seyircisinin salonlara gitmeye başladığının ilk sinyalini vermişti bana. Elbette salonların dolmasını istemekle birlikte üzülerek gördüğüm basketbolun ruhunu, doğasını anlamayan kişilerin salonları tribüne çevirdiğiydi. Bunu yapılan futbola özgü tezahüratlardan da anlıyorduk. Geçen yıllarda gittiğim bir basket maçında yanımdaki ‘tribün abisi’ basketbol salonuna göre fazla denebilecek bir heyecanla maçı izlerken durup “Görüyor musun? Bu hakemler hep bize karşı! Onlar faul yapınca iki kez attırıyor, biz yapınca bir, haksızlık!” dediğinde durumun vahametini daha da iyi kavramıştım.

Geçen hafta Galatasaray erkek basket takımının Eurocup’ı alması neredeyse ülkece gözümüzü başka tarafa çevirmemizi sağladı. Çok da güzel oldu. Hayatın futboldan ibaret olmadığını fark etmek, başka sporlara şans vermek muhteşem! Sırada Fenerbahçe var. O da kupaya ulaşırsa basketbolun en büyük iki kupası ülkemize gelmiş olacak. UEFA ve Şampiyonlar Ligi kupalarını aynı yıl kazandığımızı düşünün! Tribünler dolu, heyecanlı, destekçi. Fakat elbette gelenlerin tümü basketbol seyircisi değil. Bunu salona girişten, çıkıştan; insanların birbirine tavrından, tezahürattan anlıyoruz. Basketboldaki başarılar beni çılgınca mutlu etse de basketbolun futbollaştırılması da bir o kadar korkutuyor. Umarım bu heyecanla salona gelenler kalıcı birer basketbol seyircisi olur.