Bizi biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca

Burak Abatay

Yazar Eren Aysan yeni romanı Silsile’yi Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle okurlarının beğenisine sundu. Aysan, kısa bir sürede ilk baskısı tamamen tükenen romanı Silsile’yi, yazar Öner Yağcı ve kızı Sevgican Yağcı ile kendini de içine alarak 'Eylül çocukları'na adadığını söylüyor. Eren Aysan ile Silsile’yi konuştuk.

► ‘Hatırlamak’ romanınız için ne kadar önemli?
Ahmet Muhip Dıranas, kanımca bu topraklarda yazılan en kıymetli şiirlerden biri olan 'Olvido'yu, “Ey unutuş, kurtar bu gamlardan beni…” diyerek bitirir. Unutmayı istemek bir tercihtir. Kimi zaman omzundaki yükten sıyrılmak, gündelik yaşamın acıtıcı yanından kurtulmak, kalp ıstırabından kaçmak, bütün çıplaklığıyla sırıtan gerçeklikten arınmak nefesini açar insanın. Ancak hayat, dayattıklarıyla çoğunlukla bu geçici arzuya itiraz eder. Eğer sağlığımız yerindeyse, unutuş sadece belli anlarda yıkanabileceğimiz imkân denizidir o kadar. Üstelik yaşadığımız coğrafyada bin yıllardır sürekli sürgünler, öldürümler, savaşlar, acılar yaşanıyor, hatta katmerleniyor. Böyle bir çağda bellek yitimi elimizde kalan en büyük kepazelik olurdu sanırım.

Ayrıca Walter Benjamin’den el alarak söyleyebilirim: “Tarihin belleği bir anlamda insanın belleğidir.” Öte yandan 'Silsile', tanıklıklarımdan izler taşıyor. Sanırım eli kalem tutan hemen herkesin yaşamından az da olsa parçalar vardır yazdıklarında. Mesela, 12 Mart’ı yaşamadım ama o dönemde cezaevine girmiş bir babanın çocuğuyum. 12 Eylül’de çok küçüktüm.

Bir de şunu eklemem gerekiyor: Roman, birlikte büyüdüğüm bir dostumun -Sevgican Yağcı’nın- hayatından parçalar taşıyor. Ancak onun direnç öyküsünü bambaşka bir kurmaca içinde yazmaya gayret ettim. Çünkü biyografik roman yazmayı hiç düşünmedim. Sevgi’nin babası, edebiyat okurlarının iyi bildiği bir isim: Öner Yağcı. Öner Amca, 12 Eylül’ün hemen sonrasında TÖB-DER davasında yargılandı. Sevgi üç yaşındaydı o zamanlar. Annesi de siyasetin içindeydi. Yeniden cezaevine girmemek için kendi arzusuyla ayrıldı bu dünyadan. Bu nedenle 'Silsile'yi Öner Yağcı, Sevgican Yağcı ve bir parça kendimi de içine alarak 'Eylül çocukları'na adadım. Aslında baba-kıza ithafın gerisinde bu ülkede olası ama sıra dışı yaşamların yüreğe dokunan büyük izleri var. Tabii, bu ithafın gerekçesini bilmeden Öner Amca ile aramızda yazarlık anlamında koşutluk kurmak kolaycılığa kaçmak olur kanımca.

bizi-biz-kilan-gorup-gecirdiklerimiz-degildi-yalnizca-711218-1.► ‘Özlemek’ fikrini çıkardığımızda romanınızdan ne eksilir?
Neredeyse her şey eksilir. Aslında roman kişilerinin hepsi hayalleriyle özlemlerini birleştirmişler. İstedikleri ülke hayali, bekledikleri aşk hayali, kurmaya çalıştıkları yaşam hayali, ölümün soğukluğundan arınıp sevdiklerine kavuşma hayali… bunlarla yanıp tutuşuyorlar. Üstelik salt bir kuşağın beklentisi değil bu! Kendisinden sonraki döneme sirayet eden, hatta onu etkileyen, biçim veren bir duyguyla savuruluyorlar. Said, Ömer, Füsun… Düşleri yahut arzuları var ama Ela’da da, Cristin’de de var aynı düş ve arzu... Biraz da bu yüzden romanın adı 'Silsile'.

► Elâ’nın yolculuğunu ‘merak’ çizgisinde nasıl anlatabiliriz? ‘Merak’ bu toplumda ne denli tamam ya da eksik?
Her şeyden önce merak etmek, öğrenmek istemenin bir parçası... Romanın baş kişisi Elâ, yıllarca kendinden saklanan aile sırlarıyla boğuşurken bir yandan da kocasıyla, akademik çalışmalarıyla, hayatın ona dayattıklarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Geçmiş, yakasını bırakmıyor bir türlü. Her şey büyük bir yolculuğa dönüşüyor. Amerika’da başlayan, Mardin’e, hatta Suruç’a kadar uzanan sınırları hayli geniş bir macera bu. Elinde ise deyim yerindeyse iki kart var: Yaşam ve ölüm. Madalyonun iki yüzü gibi. Aslında yaşam ve ölüm tartımı üzerine düşünmek, kafa yormak bin yıllardır filozofların başa çıkmaya çalıştığı çetrefilli bir uğraş. Ama bunun için öncelikli olarak soru sormak gerekiyor.

Bu topraklarda bir de kendi hayatımızın sıradan akışı içinde ülke tarihinin dayattığı çok katmanlı gerçeklikler var. Her sabah uyanır uyanmaz bizi teslim almaya çalışan boğucu atmosfere rağmen gülümsemeye çalışıyoruz. Yakın tarihi yahut içinde olduğumuz şimdiyi çözümlemeye çalışmanın, hesaplaşmanın tedirginliği var üzerimizde. Bu nedenle öyle kolay üstümüzden atabileceğimiz bir örtü değil geçmişimiz. Hayatlarımızı esir alsa da, örselese de yazın alanında uçsuz bucaksız imkânlar sunuyor bize. Tarihi ya da günceli, hatta bütün bunları geçtim pek çok irili ufaklı olayın su yüzüne çıkmamasının nedeni, toplum olarak gerçeklikten kaçmayı bir alışkanlık haline getirmemiz. Kolektif ve hatta seçici bir unutkanlık karşısında yazmak süreç içinde dirence, yeri geldiğinde de belgelemeye dönüşüyor. Ancak gerçeği bu kadar acıtıcı bir biçimde yaşarken gerçekliği kavrayışımızda büyük sorunlar olduğu düşüncesindeyim.

► Ülkede yaşanan tüm kötülüklerin ardından ‘umut’ hâlâ nasıl bir kelime?
Rus şairi Aleksandre Blok’un çok sevdiğim dizeleridir: “Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya/anımsamazlar geçtikleri yolları.” Oysa ülkemizin çalkantılı döneminden geçerken aklımızda, kalbimizde biriktirdiğimiz ne çok acıya, ne az sevince tanıklık ettik. Bizi, biz kılan görüp geçirdiklerimiz değildi yalnızca. Yaşadıklarımızın ruhumuza kederle dokunması, parmak uçlarımıza kadar derin bir hüzünle savrulmamızdı. Hatıralarımızın capcanlı olması biraz da bundan! Kazancakis’in o meşhur 'Zorba' romanında hayattan beklentilerini olabildiğince azaltmış bir entelektüel bir süreliğine ruhunu dinlemek için Girit’e gider. Kendisine ait linyit kömürü madenleriyle cebelleşirken karşısına 'Zorba' çıkar. Ve kulağına bir gün, “İnsan zorlayıcı olurken bir yanı zorba olmak istiyor, hayatı yaşamak istiyor …” sözünü fısıldar. Hayatı tüm iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamanın bir bedeli var kuşkusuz. Bizim gibi ülkelerde ise böyle duygularla hemhal olmak onca zorluk varken yaşamın sunduğu güzel sürprizler... Yaşamak, nefes almakla bütünleşince 'umut' sözcüğünden bağımsız kalamıyorsunuz. Öte yandan ağır sancılar, her gün şahit olduklarımız büyük bir fatura çıkartıyor bize. Yine Benjamin’e sığınacağım: “Umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” diye. Bir sarkaç gibi... Sabah uyanınca yüzünüz umut topuna, akşam umutsuzluk topuna çarpıyor. Yine de kendi içimde umudu korumak istiyorum, bu nedenle de son sözü romandaki kediye, Catrin’e bıraktım.

► Tarzınıza ilişkin sormak isterim. Romandaki bölümleri karakter isimleri ve onların anlatımlarıyla oluşturmanız, bütünde nasıl bir etki yaratmış olabilir?
'Silsile', çok anlatıcılı bir roman. Anlatıcılar olan bitenin farklı gözlerden nasıl görüldüğünü ifade ettikleri gibi kimi zaman da başka bir anlatıcının bıraktığı yerden hikâyeyi sürdürüyor. Farklı anlatıcılar bir yandan da öncekilerin anlattıkları olaylardaki kimi boşlukları tamamlıyor. Olay örgüsü de kimi kesişme ve rastlantılarla ilerliyor. Bu yöntemle, roman kişilerinin kendi duygularına, bakışlarına yalnızca aracılık etmek istedim. Hani Althusser, “İnsanın temel niteliği tahmin edilemezliğidir” der ya. Onların inat ettikleri, savruldukları, kapana kısıldıkları, çelişkileriyle yoruldukları anları, kendilerinin anlatması bana büyük bir imkân sağladı: Tarafsızlık. Tabii bu büyük bir riski de barındırıyor. Çünkü roman kişileri tek tipleşebilir, aynı tornadan çıkmış görüntüsü verebilir. Süreç içinde dildeki farklılıklar, olaylar karşısında aldıkları konumlar, ani tavırlarla bu görüntüyü ortadan kaldırmaya çalıştım. Zaten ilk romanım 'Gece Uyurken'de olduğu gibi 'Silsile'yi de ilk önce Sadık Aslankara’ya gönderdim. Onun tiyatroculuğundan gelen dramatik örgü, romandaki kurmaca ve biçimlendirme bilgisine sonsuz güvenirim. Bir de üzerimde emeği çoktur. Kaygılarımı onun yönlendirmeleriyle giderdim diyebilirim.