İnsana en iyi gelen yaşamla iç içeliktir. Buradaki büyük handikap yaşamla ilişkimizi bozan bir toplum yapısında yaşamak zorunda olmaktır. Doğaya, hayvana, insana, üretime düşman bir ülkede bazen yaşamla bağlarımız da gevşiyor. İnadına sosyal ve ilişkisel temaslarımızı artırmalı, hakların korunmasında etkin olmalıyız. Özünde iyileşmek, direnmektir.

Bizi ne iyileştirir?

“Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hatta dünyaya bakışım, eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti. Vakıa bunlar bir günde olmadı. Hatta çok güçlükle ve adım adım oldu. Fakat oldu.”
Ahmet Hamdi Tanpınar

NESLİ ZAĞLI

Hemen her çağda yorgun, yaralı ve hatta hasta hissedenler olmuşsa da modern çağdaki iyileşme arayışı hepsinden farklı. Çünkü bu çağın insanı kendi ruhsal durumunu aynalayan çok daha fazla araca sahip. Ruhsallıkla ilgili bilgiye, çok hızlı bir şekilde oluşabilen sosyal tepkiye ve “iyi” olması yönündeki telkinlere çok daha açık. Dolayısıyla hemen hemen herkesin o veya bu şekilde yaralı olduğu bir toplumda “bende bir sorun var” düşüncesine çok daha kolay erişebiliyor. Bu farkındalıkların bir kısmı bir “iyileşme” arayışına dönüşebilirken bu bilinç bir kısım insanı eli kolu bağlı bırakıyor. Başlığa bakıp da bu yazıyı okumaya başlayanlar ise yaralarına merhem aramakta kararlı olanlardan oluşuyor. Hepimizin ağır ve yüklü öyküler taşıdığı bu dönemde aslında büyük çoğunluk “iyileşmek” istiyor. Ama nasıl?

Herkes yaralı dedik ama herkes hasta mı? Bu ayrımı netleştirmek önemli çünkü bir ruhsal zorlanma, ruhsal hastalıktan farklıdır. Her yorgunluk tükenmişlik değildir, her mutsuzluk depresyon değildir, her endişe kaygı bozukluğu değildir. Bu ayrımı yapmak bize kimi neyin iyileştireceğini bilmekte yardımcı olur. Eğer kişinin yaşadığı psikolojik zorluk günlük işlevselliğini bozuyorsa, kişide önemli derecede bir rahatsızlık duygusuna yol açıyorsa bunun bir ruh sağlığı uzmanı tarafından değerlendirilmesi ve uygun bir tedaviyle sağaltımın sağlanması gerekir. Geriye kalan “yaralı, yorgun, küskün, çaresiz” çoğunluk için ise daha farklı çözüm arayışları söz konusu. Kendisiyle bir türlü uzlaşamadığını, aynı döngünün içinde takılıp kaldığını, insanlara ve hayata şüpheyle yaklaştığını, hiçbir şeyden haz duyamadığını, hayatındaki anlamı bir türlü bulamadığını hisseden kişiler bunlar. Hayatlarını o veya bu şekilde sürdüren ama bir türlü bir iyilik halini yakalamayan. Peki, bu insanlar bu çaresizlik denizinde neye sarılıyorlar?

İşte bir kişinin kendisini neyin iyileştirdiğine inanışı da yine kendi öyküsüne bağlı. Haftanın 5-6 günü spor salonlarında mesai veren de var, namaz ve dua ile rahatlayan da bir ilişkiye tutunup onu hayatının merkezine koyan da var, çiçeklerle, kitaplarla, müzikle, yogayla anlamı kuyruğundan tutmaya çalışan da. Eğer kişilere herkese uyabileceğini varsaydığınız bir reçete verirseniz, üzerine bol gelir kayar gider. İnsanların bu sağaltım arayışı parmak izi gibi biriciktir. Neyin, kime iyi geleceği bilgisi, kişinin kendi arayışıyla edinilebilir. Hatta belki de deneme yanılmalarla… Bazen tüm bu canlanma ve yaşamla yeniden temasa geçme çabaları bir işe yaramaz. Örneğin kişinin depresyonu derinleştiğinde herhangi bir uğraşı başlatmak ve sürdürmek mümkün olmayabilir. Paradoksal bir şekilde bu kez de kişi iyileşmek için gösterdiği tüm çabanın boşa gitmesinden dolayı daha başarısız ve depresif hissedebilir. Bu bir işarettir ve bu noktada daha profesyonel bir desteğin devreye girmesi gerekebilir.

Bireyin ruhsal zorluklarını gidermesine yönelik kullanılan ve girişimsel olmayan müdahalelerin genel adı psikoterapidir. Psikoterapi herkes için uygun olmayabilir ve bu ancak bir ruh sağlığı uzmanı tarafından değerlendirilebilir. İşin gerçeği “herkesin terapiye ihtiyacı var” nosyonu da çok gerçekçi değildir. Gerçek ihtiyaç sahipleri ise kendilerini iyi bilirler. Hayat içinde kendileriyle ve insanlarla ilişkide nasıl zorlandıklarını fark ederek terapiye gelirler. Herkesin “konuşarak tedavi” diye bildiği şey aslında sözün ve dilin ötesindedir. Terapi özünde kişinin öyküsünün yeniden yaşam bulduğu bir zemindir ve iyileştiren de terapi ilişkisidir. Terapistin rolü öğretmek, yol göstermek, iyileştirecek bir şeyler önermek değil danışanın iyileşme arayışı deneyiminin kıyısında durup öyküsüne dahil olmaktır. Öykü çoğu zaman yorgun ve yaralıdır. Taşımak güçtür. Ama danışan terapi ilişkisi geliştikçe tozlu bir çuvalı terapi odasının bir köşesine yerleştirecek; kan, ter içinde yaralarını, yorgunluklarını, kırıklıklarını gösterecektir. Bundan sonrası tek başına daha önce okumuş ve ezberlemiş olduğun bir öyküyü, terapistin eşliğinde bambaşka bir çerçevede okumaktır. Belki başka bir fontta, başka bir yazı tipiyle yeniden yazmaktır. Ama asla öykü tam tamına aynı kalmayacaktır.

Psikoterapi böyle hoş bir şey de niye herkes gitmiyor diye sorarsanız çok sebebi var. Her şeyden önce kabul edelim psikoterapi pahalı bir hizmet. Keşke daha yaygın ve erişilebilir olsaydı (bunun da tartışılası yönleri olsa da). Bir de elbette toplumda hâlâ psikoterapinin bir “deli işi” olduğu algısı devam etmekte. Danışanlarımdan terapiye gelene kadar son saniyeye kadar direndiklerini çok duyarım. Bu aslında bir uzmana danışmadan önce tüm baş etme repertuarını elden geçirmek anlamına geliyor ki, olumsuz bir şey değil. Çoğumuz için bir yaşam olayını kendi yelpazemizdeki bir bilgi ve deneyimle çözebimek en kıymetlimiz oluyor. Ama bu mümkün olamayacaksa, sorunlar boyumuzu aştıysa, kendi çerçevemiz bize hep yaşamın en karanlık manzarasını gösteriyorsa yardım aramakta sakınca yok. Psikoterapi iyileştirir mi derseniz iyileştirir. Ancak çoğu zaman zor ve zahmetli bir iştir. Örneğin 35 yıllık yaşamınızda heybenize doldurduğunuz onca anı ve kırıklığı, kemikleşmiş çarpık hayat inançlarınızı, kendinizle kurduğunuz ilişkiyi 3-5 seansta değiştiremezsiniz. Meslek dışı birtakım şarlatanların bilimsel geçerliliği olmayan bazı tekniklerle yaptığı kısa süreli “tedavi yöntemlerine” tereddütle yaklaşmanızı salık veririm. (Psikoterapiye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız, terapistinizi geçerli bir psikoterapi yaklaşımında eğitim ve süpervizyon almış ve kendi psikoterapisini gerçekleştirmiş kişilerden seçmenizi öneririm) Yukarıda da alıntıladığım gibi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tasvir ettiği zihinsel süreç terapidekine benzerdir. Terapi hayatla bağı tekrardan ilmek ilmek örmektir. Aslında “deli işi” ise de bu nedenledir.

Peki, bizi yalnızca psikoterapi mi iyileştirir? Elbette hayır. Terapi tutunacak dal değildir, sadece hayatını sürdürebilmek için hangi dala tutunacağını fark etmeni sağlayabilir. Doğada ve hayvanlarda olduğu gibi hangi otun, hangi ışığın, hangi suyun kendine iyi gelebileceğini insan bilebilir. Genel anlamıyla insana iyi gelen şey doğayla, hayvanla, insanla temas edebilmektir. Temassızlık yalnızlık ve boşluk üretir ve bu boşlukları da iç acıtan kurgular doldurur. Temas arttıkça gerçeklik ve inanç artar. Bir diğer iyileşme yolu ise üretmektir; fikir üretmek, el işi üretmek, ilişki üretmek, değer üretmek. Kısacası insana en iyi gelen yaşamla iç içeliktir. Buradaki büyük handikap yaşamla ilişkimizi bozan bir toplum yapısında yaşamak zorunda olmaktır. Doğaya, hayvana, insana, üretime düşman bir ülkede bazen yaşamla bağlarımız da gevşiyor. İnadına sosyal ve ilişkisel temaslarımızı artırmalı, hakların korunmasında etkin olmalıyız. Özünde iyileşmek direnmektir.