Arkadaşlarımız Gezi’yi savunmak istedikleri, kök saldıkları topraklardan ayrılmak istemedikleri için tutuklama dahil bütün sonuçları göze alarak burada kaldılar ve dimdik Gezi’yi ve kenti savundular.

Bizim olanı istemek
Gezi davasının avukatlarından Evren İşler. (İllüstrasyon: Murat Başol)

Evren İŞLER

2013 Haziranı, Gezi zamanı, Gezi’de bir yerlerde “… istiyoruz” baskılı kağıtlar vardı ve insanlar o boşluğa ne istediklerini yazıyorlardı. O kâğıtlardan birinde “bizim olanı istiyoruz” yazıyordu. Parkın rüzgârında uçuşan o kâğıt parçası 2013’ten bu yana evimin duvarında asılı, her baktığımda kendisinin olanı isteyen insanların yarattığı Gezi Direnişi’ni hatırlatıyor bana.

Gezi’de herkes kendi itirazını alıp gelmiş ve yüksek sesle dile getirmişti. İçki satışlarına kısıtlama getirilmesine itiraz eden de vardı, kürtaj yasaklarına itiraz eden de, Cumhuriyet’i, Taksim Emek ve Cumhuriyet Meydanı’nı savunmak için gelen de vardı, daha demokratik bir Cumhuriyet için kurucu irade talep eden de, namazını kılan Müslüman da vardı, onlar namaz kılarken ıslanmasın diye şemsiye tutan ateist de, hükümet istifa diye slogan atan da vardı “Omurganı dik tut! Kimseye boyun eğme! Tek yol pilates!” yazan da…

Yukarıda saydıklarım bir geçmiş güzellemesi değil, Gezi Direnişi geçmişte kalmış bir vaka değil, Gezi her şeyden önce, geleceğimize dair çünkü “bizim olan”ı istemeye devam ediyoruz.

Biz ne istiyoruz? Anayasa’da haklar tanımlanırken cümleler “herkes” diye başlar, işte biz o “herkes”in içinde olmak istiyoruz, gerçek anlamda eşit yurttaşlık istiyoruz. Eşit yurttaşlık sağlanabilmesi için sosyal bir anayasaya ihtiyaç olduğunu düşünüyor; yoksulluğun istismar edilmediği, sosyal yardımların yerini sosyal hakların aldığı, eşit parasız bilimsel eğitim hakkının gerçekten herkes için sağlandığı, hastalara 6 ay sonrasına randevu verilmediği, kadınların bedenleri üzerinden eril politikaların tahkim edilmediği, kimsenin ekmeğini kazanırken ölmediği, kentlerimizin ve kamusal kaynaklarımızın talan edilmediği bir memlekette, eşit ve özgür yaşamak istiyoruz. Bizim olan bu haklar için direnmek zorunda kalmadığımız, kendimizden sonraki kuşaklara direnişi değil eşit ve özgür, bütün farklılıkları ile birlikte yaşayan insanlardan oluşan bir memleketi bırakmak istiyoruz.

İşte bu yüzden de Gezi Direnişi geçmişten çok bugüne ve yarına dairdir.

Asıl tuhaf olan, bizim olanı istemek zorunda kalmak. Nefes almayı, temel gıdaya ulaşmayı, temiz suya ulaşmayı, derelerin özgür akmasını, yoksulluğun ortadan kalkmasını istemek zorunda kalmak; birinci ve ikinci kuşak hakları, yaşam hakkını, düşünce ve ifade özgürlüğünü, adil yargılanma hakkını hâlâ talep etmek zorunda kalmak asıl tuhaf olan.

Dünün ve bugünün en önemli taleplerinden birisi “adalet”. Ülkenin her yerinde, yurttaşlar haklarını ararken adalet talebinde ortaklaşıyor. Bir gece bir imza ile çıkıldığı ileri sürülen İstanbul Sözleşmesi için, her gün öldürülen kadınlar için, iş cinayetleri için, sosyal cinayetler için, Berkin için, Ali İsmail için, Ahmet için, Medeni için, Uğur Kurt için, Rabia Naz için, Oğuz Arda için, Bihter için, Beren için, Ceylan Önkol için, Deniz Poyraz için, Validebağ için, Atatürk Havalimanı için, Roboski için, 10 Ekim için, Suruç için, barış akademisyenleri için, kayıplar için, faili meçhuller için, gazeteciler için, siyasi kararlarla tutuklanan siyasetçiler için… İnsanca yaşamak, hava, su ve toprak için adalet talebinde ortaklaşıyor herkes. İnsanlar adalet için mücadele etmek zorunda kalıyor; adaletin bir mücadele meselesi olmasının tuhaflığını içinde hissederek ama adalet talebinden asla vazgeçmeden...

Uzun süredir kimse yargının tarafsız ve bağımsız olduğuna inanmıyor. Siyasi gerekçelerle açılan davalarda hukukla alakası olmayan siyasi kararlar alınmasını zaten kanıksamış olan yurttaşlar, artık alacak davasında da, boşanma davasında da hâkimin iktidar partisine yakın olmasından veya dosyanın karşı tarafının iktidar partisi ile ilişkisi olmasından korkuyorlar; karşı tarafın dayısının oğlu AKP ilçe başkanının yeğeni ise boşanma davasında aleyhine karar çıkabileceğini düşünüyor ve bundan ciddi şekilde endişeleniyorlar. Adalete, yargı mekanizmasına kimse güvenmiyor.

Herkesin takip ettiği davalarda bile gazetecileri Fethullahçı olmakla suçlayan savcıların Fethullahçı itirafçısı olması, Yargıtay’dan istemedikleri bir karar çıktığında ilgili dairenin 5 üyesinden 3’ünün değiştirilmesi ve yerlerine bürokrat kökenli hâkimlerin atanması, Cumhurbaşkanı’nın “mağdur” olarak yer aldığı davada Cumhurbaşkanı’na övgüler dizen birinin hâkim olarak görevlendirilmesi, üstelik o mahkemede üç üye varken ve kolaylıkla diğer üyenin katılımı ile heyet teşkil edebilecekken bu görevlendirmenin ısrarla yapılması, siyasi iktidarın beğenmediği bir karar veren hâkimlerin ertesi gün görev yerlerinin değiştirilmesi vaka-ı adliyeden oldu.

Gezi davasında da, defalarca beraat eden, kendi alanlarında biricik olan, bizim olanı herkesten bir adım önde ve herkesten daha gür söyleyenlere müebbet hapis, 18 yıl hapis cezaları verildi. Arkadaşlarımızı, sevdiklerimizi duruşma salonundan hapishaneye götürdüler. Bir yanımız bekliyordu bunu, çünkü her geçen gün daha da yoksullaşan, yoksunlaşan, açlığı inkâr edilen bir toplumun esaslı meselelerini “bastırmak” için, koltuklarında kalabilmek için, bir düşmanın karşısında kahramanlaşmak için, “iyiler bizden, kötüler Gezicilerden hatta sürtüklerden demek için”; Gezi üzerinden kışkırtılan düşmanlığın sonucunun tutuklama olabileceğini biliyordu bir yanımız. Bu şu demek olurdu; seçimlere kadar her şeyi en üst perdeden, en sert şekilde geçireceğimiz koskoca bir yıl, sertleştirdikçe artık yüzde elli olmadığı bilinen bir kitleyi olmayan bir düşman karşısında konsolide edecek, tüm gerçek sorunlara rağmen o hayali düşmanın eteklerine sığınmış, koltuklarına tutunacaklar. Evet, böyle de oldu, dahası da geldi, görünen o ki daha da gelecek. Oysa biz davanın açıldığı 2019 yılında yurtdışına çıkış yasağı konulmamasının altında yatanın “gidin” demek olduğunu biliyorduk; gitselerdi, ne kadar kolaylaşacaktı iş; delil ile ispat edemedikleri çünkü gerçek olmayan iddialarını “bakın işte kaçıp gittiler” ile örteceklerdi basbayağı. Arkadaşlarımız Gezi’yi savunmak istedikleri, kök saldıkları topraklardan ayrılmak istemedikleri için tutuklama dahil bütün sonuçları göze alarak burada kaldılar ve dimdik Gezi’yi ve kenti savundular. Ama itiraf edeyim, bir yanımız beklemiyormuş bu denli gözü dönmüşlüğü yoksa arkadaşlarımızı takım elbise ceket, topuklu ayakkabı ile göndermezdik hapishanelere…

Kimilerine bu siyasi ortamda, toplumun bu denli kutuplaştırılmayacağını düşünmek, körüklenen düşmanlığa inat kardeşliğin kazanacağına inanmak naif gelebilir. Gelmesin! Bu inancı besleyen, Gezi Direnişi’nin tüm dünyaya gösterdiği gibi kardeşi kardeşe düşmanlaştırmaya ve kutuplaştırmaya en etkili ilacın dayanışma olduğu gerçeği en billur haliyle, en gerçek haliyle tam karşımızda; iyi bakın, arkadaşlarımızın gözlerinde de bunu göreceksiniz! Biliyoruz, inanıyoruz; umut bizim, yaşam bizim, hak ve özgürlükler bizim, kardeşlik bizim. Biz, bu istibdatı hürriyete omuz omuza taşıyacağız, “bizim olanı” yeniden ve hep birlikte kuracağız.