Milan Kundera’nın dediği gibi “yavaşlık hatırlatır, hız unutturur” çünkü. Unutmak istiyoruz. Neyi? Belki de en çok kendimizi

Boşluğa düşmek

TUĞÇE ISIYEL / tugceisiyel@gmail.com
Psikoterapist

Zaman zaman bazı ifadelerin psikoterapi seanslarında bir başrol üstlendiklerini düşünüyorum. Bunlardan birinin “boşluğa düşmek” ifadesi olduğunu söyleyebilirim.

“Sevgilimden ayrıldım, boşluğa düştüm”, “işten çıkarıldım, boşluğa düştüm”,” tatile çıktım, boşluğa düştüm”,” çocuklar okula başladı, boşluğa düştüm”, “eşimden boşandım, boşluğa düştüm” vs...

Nedir bu denli sıkıntı yaratan, dilimize pelesenk olan boşluk? Boşluğa düşünce ne oluyor? Yara bere içinde mi kalıyoruz? Kafamız gözümüz mü patlıyor? Gelin boşluğun içinde biraz yuvarlanalım.

Olan ya da olmayan bir olay ya da durum sonrası yaşanan bir duygu durumu olarak tanımlanabilir boşluk hissi. Ayrıca kendisinin ikincil bir duygu olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Yani aslında bu duygu bir maske ve ardında örttüğü başka temel bir duygu var. Genellikle de bu temel duygunun kaygı olduğunu söyleyebiliriz.

Boşluk deyince sınırları, derinliği belli olmayan, sanki her an yutulma, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalınan, tüm benliğimizi işgal eden, kontrol edilemeyen bir kavram akla geliyor.

Belki de çok arkaik çağrışımlar bunlar. Ne de olsa yeryüzünde tanıştığımız ilk şey boşluk. Annemizin boş rahmini dolduruyoruz önce. Sonra boşluğa doğuyoruz, şanslıysak birileri tutuyor bedenimizi de yere düşmekten kurtuluyoruz.

Biraz daha somut düşünecek olursak bir odayı bile yaşanılır kılan, hareket etmemizi sağlayan içindeki boş alanlar oluyor. Yazılarımızı boş bir sayfaya yazarsak okuyabiliyoruz ancak. Boş bir trafikte ulaşabiliyoruz varmak istediğimiz yere.

Boşluk bu denli işlevselken boşluğa düşmek, o boşlukta salınmak neden bu denli kaygı yaratıyor bazı insanlarda?

Örneğin boşluğa düşmemek adına sürekli bir şeylerle doldurmaya çalışıyoruz hayatımızı. Sürekli ama sürekli bir şeyler alıyoruz. Aldıklarımızı son hızla tüketiyoruz. Tükettiklerimizin ardından içimizde veya dışımızda oluşan boşluktan ürküp biraz daha, biraz daha alıyoruz. Ve hazin bir kısır döngüye doğru sürükleniyoruz.

Midemizi dolduruyoruz, gardrobumuzu dolduruyoruz, kütüphanemizi dolduruyoruz, zihnimizi dolduruyoruz, haftasonumuzu dolduruyoruz, yatağımızı dolduruyoruz. Bunları yoğun bir hızla yapıyoruz. Yavaşlamıyoruz. Durmuyoruz. Çünkü yavaşlarsak ya da durursak boşluğa düşeceğiz. Ve o boşlukta kim bilir yüzleşmek istemediğimiz nelerle karşılaşacağız.

Milan Kundera’nın dediği gibi “yavaşlık hatırlatır, hız unutturur” çünkü. Unutmak istiyoruz. Neyi? Belki de en çok kendimizi. Yaralarımızı, acılarımızı, zaaflarımızı, geçmişimizi, geleceğimizi, şimdiki zamanımızı... Durursak onlar bize yetişecek çünkü. Ama biz onları kendimizden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Sonra da bunun adına “hayatı dolu dolu yaşamak” diyoruz. Hayatı biraz boş boş yaşasak ne olur? Bir denesek mi? Hayatımızda oluşan boşluklardan korkmayıp, bir sakin olup oraya salıncak kurup sallansak mı biraz? Kimbilir neler keşfedeceğiz kendimize dair, hayata dair. Keşfettiklerimizi nelere dönüştüreceğiz. Kendimizle gerçekten temas kurup, ne farkındalıklar yaşayacağız acaba?

Sözü boşluktan açmışken şiiri düşünüyorum, müziği, mimariyi düşünüyorum. Kelimeler arası, notalar arası, binalar arası boşlukları düşünüyorum. O boşlukların olmayışı nasıl da anlaşılmaz kılardı onların varlığını. Boşluk olmasaydı mesela anlaşılamazdı bir şiir, bir müzik. Hep üstüste binerdi. Anlamsız kelimeler, sesler topluluğu oluşurdu.

Ya da ayrı yazılması gereken -de,-da’yı, -ki’yi düşünelim. Onları bitişik yazınca anlam kayması oluşuyor cümlenin içinde. Yani sanki her şey tastamam ama o ufacık boşluk olmadığı için saçma sapan bir cümle oluveriyor. Boşluk olmayınca hayatta da anlam kayması oluyor işte. Her zaman dolu dolu yaşanamaz. Belki esas çabalanması gereken biraz da boş boş daha doğrusu boşluklu boşluklu yaşamaktır. Çünkü ancak bir boşluk doldurulabilir. Boşluk yoksa doluluk da olamaz. Bu yüzden hem dış dünyamızda hem de iç dünyamızda bu boşluklara ihtiyaç var.

Boşluk biraz sessizlikle de ilintili sanki. Boşluğun sesi değil, sessizliği oluyor genelde. Bir yalıtılmışlığı, bir uyaransızlığı da beraberinde getiriyor boşluk. Bu yüzden boşlukla beraber sessizlik de ürkütüyor sanki. Sözün sustuğu yerleri de konuşarak doldurmaya çalışıyoruz sürekli. Bu hem ikili ilişkilerimizde hem de kendimizle kurduğumuz ilişkide de böyle. Sessizliğe izin vermeyerek bir şeyin üstünü örtmeye çalışıyoruz aslında. Halbuki bir dursak ve sessizliği dinlesek bazen. Dış dünyanın sesini kıstıkça iç dünyamızın sesini daha fazla duyabildiğimizi deneyimlesek... Kim bilir hangi şarkıları söylüyor, hangi çığlıkları atıyor ruhsallığımız. Bunları duymaya biraz cesaret edebilsek, sizce de dünya daha rahat soluklanılabilen bir yer, kendimizle ve hayatla kurduğumuz ilişki de daha barışçıl olmaz mıydı?