BTY İsrail’e barışçıl şekilde “dur” dememizi sağlayabilecek tek yöntem. Başarıya ulaşabilmesi için Güney Afrika’da olduğu gibi vatandaşların günlük tercihlerinde ve alışkanlıklarında karşılık bulmalı. çünkü siyasi liderlerimizin İsrail’den hesap sormadığını ve sormayacağını biliyoruz.

Boykot, tecrit ve yaptırım
Fotoğraf: AA

Andrew Feinstein

Irkçı bir rejim, ülkesini hukuksuzca, “apartheid” kuralları ile yönetiyor ve bunu Batı’nın açıktan ya da gizli desteğiyle sürdürüyorsa ne yapmak lazım? Bir zamanlar Güney Afrika’da yaşananlar, şimdi İsrail’in gerçeği haline geldi.

Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BTY) stratejisi gayrimeşru, antidemokratik ve insan haklarını ihlal eden devlet ya da devlet-dışı yapıları zayıflatmak için kullanılan barışçıl bir yöntemdir. Batılı devletler Rusya, Afganistan, İran, Kuzey Kore ülkelerine ve “terörist” kabul ettikleri bazı diğer yapılara halihazırda yaptırım uyguluyorlar. 

BTY stratejisi zamanında İskandinav devletler ve Sovyet kanattaki ülkeler tarafından Güney Afrika’yı yalnızlaştırmak için etkili bir biçime kullanılmıştı. Birleşik Krallık ve ABD gibi ülkeler ise BTY stratejisini etkisiz kılmaya çalışıyor, Birleşmiş Milletler ambargosunu açık açık ihlal ediyorlardı. Günümüzde İsrail örneğinde de Batı’nın BTY’ye açıkça karşı çıktıklarını, ayrıca sahip oldukları en güçlü şirketleri dahi İsrail ile ticaret yapmaya teşvik ettiklerini görüyoruz.
Teknoloji şirketleri, Lockheed Martin ya da BAE Systems gibi savunma şirketleri, Barclays ve HSBC gibi finans kuruluşları ve birçok farklı şirket İsrail ile çalışıyor. Ticari ilişkiler yalnızca İsrail’e ihracat ile kısıtlı kalmıyor, İsrail’den yapılan ithalat ile de çeşitleniyor. Silahlı insansız hava araçları, çeşitli teknoloji ürünleri, işgal altındaki Filistin topraklarında yapılan tarım ile elde edilen gıdalar…

ZULÜM İLE MÜCADELE

Batı, Güney Afrika’daki apartheid rejiminin zalim ve yasadışı davranışlarını kamuoyu önünde kınamaktan geri durmuyordu. Fakat aynı zamanda ABD, Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa gibi ülkelerdeki finans, savunma ve petrol şirketleri üzerinden sıcak ticari ilişkiler yürütüyor, ülkeye silah, petrol ve genel olarak üstü kapalı destek veriyordu. Margaret Thatcher ve Ronald Reagan Nelson Mandela’ya “terörist” sıfatını yakıştırdıklarında maske düştü ve gizli destek, açık desteğe dönüştü.

Ben, Güney Afrika’da büyüdüm. Ebeveynlerim Auschwitz ve Theresienstadt kamplarında düzinelerce aile üyesini yitirmiş Yahudilerdi. Annemin yaşadığı korkunç tecrübeler, dünya görüşüme erken yaşlardan itibaren yön verdi. Annemin apartheid karşıtı hareketlerle yürüttüğü çalışmalardan ilham aldım ve erken yaşlardan itibaren o zamanlar “yasadışı” kabul edilen Amerikan Ulusal Kongresi (ANC) ile çalışmaya başladım.

1994 yılında yapılan ilk demokratik seçimlere Mandela liderliğinde girdik ve ANC’den milletvekili seçildim. Güney Afrika meclisinin tarihinde ilk defa “holokost” kavramının tartışılmasını sağlayan önergeyi meclise sundum. İngiliz kolonistlerin Güney Afrikalılara çektirdikleri çilelerden, Nazilerin Yahudilere çektirdikleri çilelerden bahsettim. Geçmişte ezilmiş ya da acı çekmiş olmanın, başkasına zulüm etmeyi asla meşru kılamayacağını ifade ettim. Siyah Güney Afrikalıların veya Filistinlilerin zalimce ezilmesinin hiçbir meşru gerekçesi olamayacağını söyledim.

Musevilik inancıma ve siyasi görüşlerime yön veren diğer bir kişi de Varşova’daki gettolardan kurtulmayı başaran İsrailli İrena Klepfisz olmuştur. Klepfisz’in sözlerine göre İsrail Filistinlilere ne zaman zulüm ederse, zulme başkaldırmak için bize çektirilen acıları hatırlamalıyız.

Güney Afrika’daki ırkçı ve baskıcı rejime baş kaldırırken, işte bu fikirlerle yola çıkmıştım. Apartheid rejiminin sona ermesinde etkili olan farklı jeopolitik gelişmeler de oldu. Örneğin Soğuk Savaş bitti. Küba ve Sovyetler’in desteği ile apartheid ordusu 1988 yılında Angola’da yenildi ve bölgedeki çatışmaların askeri yöntemlerle sona erdirilemeyeceği fikri olıuşmaya başladı.

Bu esnada özgürlük hareketi güçlendi ve hem yeraltı yapılanmalarını, hem açık örgütlerini kullanarak ülkedeki kasabaları yönetilemez hale getirdi. Özgürlük kuvvetlerinin kilit unsuru olan ticaret sendikaları ülke çapında yaptığı grevleri sıklaştırdı. Baskının ve zulmün maliyeti bir anda tavan yaptı ve Güney Afrika’da faaliyet yürüten dev şirketler müzakere etmeye yanaşır hale geldiler, ırkçı sisteme istişareye dayalı çözümler arar oldular.

Uluslararası güç kazanan apartheid karşıtı BTY hareketi Güney Afrika’daki özgürlük mücadelesinin önemli bir bileşeniydi.

Ekonomik, akademik, kültürel ve belki de en önemlisi spor hayatının tüm katmanlarına yayılan boykot hareketi, çoğunluğu apartheid rejimini destekleyen Güney Afrikalılara, bu sistemin bir maliyeti ve bir sonucu olduğunu her gün hatırlatır oldu.

Güney Afrika’dan ihraç edilen malların boykot edilmesi aparheid ekonomisinin dengelerini bozdu ve ihtiyaç duyulan dövizi erişilemez hale getirdi. Birleşmiş Milletler’in uyguladığı tiaret, silah ve petrol ambargoları da denkleme dahil edilince, ülkenin borçlanmasına ve dış ticaretine payanda olan uluslararası bankaların önemi daha da arttı. 1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde, apartheid karşıtı hak savunucuları uluslararası bankalara yoğun baskı yapmaya başladılar.

Kampanyalar 1980’li yıllarda güç kazandı. Birleşik Krallık ve ABD’deki öğrenciler, Barclays ve Chase Manhattan gibi finans kuruluşlarını boykot etmeye başladılar. 1985 yılına gelindiğinde bankalar Güney Afrika’ya verilen borçların geri ödenmesini talep ettiler ve ülkede finans krizi patlak verdi.

Güney Afrika’nın finansal sistemi sürdürülemez hale geldi ve beyaz Güney Afrikalıların yaşam standartları bir anda büyük yara aldı.

Güney Afrika’ya petrol satan Shell şirketi ABD, Hollanda ve Birleşik Krallık’ta boykot edildi. Araç sahipleri benzin depolarını farklı istasyonlarda doldurmaya başladılar ve yerel yönetimler ya da ticaret sendikaları şirketle olan akaryakıt anlaşmalarını iptal ettiler. İngiliz yetkililer ise boykot hareketine engel olmaya çalıştılar. Örneğin İngiliz mahkemelerinden biri, boykot kararı alan bir kent meclisinin kararını “yasadışı” saydı.

APARTHEID’A İZOLASYON

Güney Afrika’dan farklı olarak, Batılı hükümetler İsrail’e açıktan destek vermekten çekinmiyor ve bu konuda herhangi bir mahcubiyet dahi hissetmiyorlar. İsrail’in en aleni suçlarını dahi kınama gereği duymuyor, İsrail’in davranışlarının birçok ülkede yarattığı toplumsal tepkiyi görmezden gelmede bir sakınca görmüyorlar.

Bu devletlerin sağladığı diplomatik kalkan, İsrail’in elde ettiği finansal ve askeri desteği sağlamlaştırıyor. İsrail’in ihracata ve doğrudan askeri desteğe bağımlı olması, BTY stratejisi uygulanmasının İsrail açısından derin sonuçları olacağına işaret ediyor. İsrail bu olasılık karşısında öyle endişeli ki, İsrail’de yerel medyanın deyimiyle “BTY önleyici” bir bakanlık dahi kuruldu.

BTY muhtemelen İsrail’e barışçıl şekilde “dur” dememizi sağlayabilecek tek yöntem. Başarıya ulaşabilmesi için Güney Afrika’da olduğu gibi son derece kapsamlı biçimde uygulanmalı. Sıradan vatandaşların tercihlerinde ve alışkanlıklarında karşılık bulmalı çünkü siyasi liderlerimizin İsrail’den hesap sormadığını ve sormayacağını biliyoruz.

Askeri-endüstri kompleksi bilhassa odağa alınmalı. Yalnızca silah üreticileri değil, teknoloji firmaları da denkleme dahil edilmeli çünkü bu firmalar istihbarat, dezenformasyon ve baskı araçları haline geldiler. İsrail’den silah alımı ve İsrail’e silah satışı engellenmeli. Barclays, HSBC ve BlackRock gibi finans kurumları da yatırımlarını geri çekmeleri için baskı altına alınmalı.

İsrail’in dünyanın geri kalanı ile kültürel ve akademik bağlantılarını koparmak, sıradan İsraillilere bu devlet politikalarının bir maliyeti olduğunu gösterecektir. Yozlaşmış devletler ya da uluslararası spor ve kültür kurumları eyleme geçmediğinde, sorumlu davranması gerekenler tekil sporcular, oyuncular ve sanatçılar olmalı.

İsrail’e yönelik boykotları yasaklamaya çalışan yasalara, eleştirileri “Yahudi düşmanlığı” yaftasıyla susturmaya çalışan söylemlere boyun eğmemeliyiz. Muhafazakar gruplar, Jeremy Corbyn ya da Bernie Sanders gibi ırkçılıkla açıkça mücadele eden kişilere bile “Yahudi düşmanı” damgası vurmaya çalışıyorlar.

Tüm bu yapılanlar, sesimizi daha da yükseltmemiz gerektiğini gösteriyor. Kampanyalarımıza dört elle sarılmalı, çağımızın en önemli anti-emperyalist insan hakları mücadelesini bu şekilde ilerletmeliyiz. Çünkü Mandelagibi biz de “Özgürlüğümüz, Filistin halkının özgürlüğü tesis edilmedikçe eksiktir” diyoruz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: New Internationalist