Eskişehir Uluslararası Film Festivali de 20. yaşına girdi. Festival için davetliydim, güzelim kampüsün Japon bahçesinde konuşlanmış huzurlu misafirhanesinde kaldım, ağaçlar ve dökülen yapraklarla

Bozkırda bir vaha!

Alper Turgut

Nazilerin iktidarında, tam 12 yıl boyunca, “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” gibi hayli kritik bir görevi üstlenen ve kandırma, inandırma, yalan, inkâr ve süsleme uzmanlığını, kitleleri yönlendirerek ve onlara şekil vererek sergileyen Dr. Paul Joseph Goebbels şöyle der; “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım!” İnsanlık suçu işlemeye doyamayan bu kanlı şebekenin, tüm Almanya’nın gözünü boyamaya, halkı uyutmaya, ardından da adeta hipnotize edilmiş kitleleri, sarsarak uyandırmaya ihtiyacı vardı. Elbette mesajı alan dünyanın bütün iktidarları, benzer gereksinime meyletmekte gecikmeyecek, medya aracılığıyla kitle yönlendirme işinin peşine düşeceklerdi.

Saman altından su yürütmeye ne lüzum var canım, sizi bile isteye, resmen göstere göstere yönlendireceğim, ne istersem onu yapacak, saksıyı da fazla kullanmayacaksınız diyen bizim iktidar, farklı farklı ülkelerde konuşlanan erk ve güç odaklarının, imrendiği bir kitleyi yarattığı için, kıskançlık sebebi olmuşsa şayet, asla şaşırmamak gerek. Sorumluluk yok, sorgulayan yok, bedel ödeme yok, hak yok, hukuk yok, yaptığın yanına kar kalıyor, harbiden var mı böyle bir şey?

Şimdi iktidarın medyası, kendi arasında evleniyormuş, daha az gazete, daha az gazeteci, daha az haber, çokça reklam, sürekli magazin ve hep goygoy! Bıktıran Acun Ilıcalı-Şeyma Subaşı neden boşandı sorunsalı, komik bir yanı da kalmayan soğan deposu baskınları, iktidar belediyelerinin seçim yaklaştıkça çoğalan, her yeri kaplayan abidik gubidik icraatları… Hah! Bir de Dolar ve Euro düşüyoooooo haberleri. Peki, düşen gramajlar, tekrar yükseltilecek mi? Hemen her ürüne yapılan zamlar geri alınacak mı? Başımız belası enflasyon ne olacak? Elbette, yok!

Şimdi Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülen Ergenekon davasında savcı, terör örgütünün varlığının ispat edilemediğini söylemiş. İnsanlar öldü, cezaevlerinde çürüdü, aylarca, hatta yıllarca, medya aracılığıyla propaganda yapıldı, arşiv unutmaz, 10 sene evvel, memleketin muktediri; “Ben bu davanın savcısıyım” dedi. Kim ödeyecek arkadaş, bunca acının ve üzüntünün bedelini? Yaşandı ve bitti, işte o kadar.

Neyse… Bu saçmalıklar silsilesinin sonu gelmez. Ben en iyisi, Anadolu’nun bozkırında şehircilik adına güzelleşen ve yeşeren Eskişehir’i anlatayım. Bu sene Anadolu Üniversitesi 60, ondan doğan iletişim fakültesi 40, Eskişehir Uluslararası Film Festivali de 20. yaşına girdi. Festival için davetliydim, güzelim kampüsün Japon bahçesinde konuşlanmış huzurlu misafirhanesinde kaldım, ağaçlar ve dökülen yapraklarla. Okulun içindeki Sinema Anadolu’da öğrencilerle film izledim, Eskişehir’in jilet gibi kesen ayazıyla meşhur kış bastırmadan evvel, sonbaharın tadını çıkarttım.

Seneler önce, yeniyetmeyken, o zamanlar Eskişehir’de oturan teyzemlere giderdik. Küçücüktü kent, hayli sıradandı, albenisi yoktu, işte bir cadde, çokça hamam ve kokan Porsuk Çayı… Sonra sihirli bir el değdi, kent gelişti, sevimli bir Avrupa şehrine dönüştü. Etrafa serpiştirilen heykeller, geceleri rahatça dolaşan gençler, Porsuk üstündeki renk renk köprüler falan filan derken, yerli turisti de çeken bir cazibe merkezine hızla evirildi, Ne güzel!

Memleket dâhilindeki birçok film festivaline gittim, gidiyorum, gideceğim. Öncelikle hakkını teslim edeyim, Eskişehir’in yeri, apayrı. Her şeyden öte, özgün ve düzgün bir festival bu. Birbirine tıpa tıp benzeyen, kopya film festivalleri gibi değil, asla! Para ödülleri vereyim, belediyenin olanaklarıyla yürüyeyim, iktidarı arkama alayım, kısa sürede serpileyim zihniyeti yok, bu bile değerli ve önemli, günümüz koşullarında…

Sinemasever akademisyenler ve öğrenciler olmasa, zorluklara göğüs gerip, ellerini taşın altına koymasa, film festivali de hayat bulamayacaktı, haliyle. Tanıdığım akademisyen arkadaşlar Aysun Akıncı Yüksel, Serhat Serter, Nergiz Karadaş, Meltem Cemiloğlu, Duygu Tosunay, Emre Gencelli ve adını anımsayamadığım nicesine teşekkür ediyorum, çünkü çöle dönüşen eğitim-öğretim ikliminde, sanata, hayata ve gelecek kuşaklara kendini adayacak insanlar şart bizlere…

Unutmadan, Eskişehir Film Festivali’nde, Yunan filmi Zavallı’yı (Pitty) seyrettim, hem güldürdü hem de düşündürdü.

Acıdan, üzüntüden, başkalarının ilgisinden, merakından ve merhametinden beslenen insanlar geldi aklıma. Dramdan ve yıkımdan mutlu olan, mesut insanlar görünce dağılanlar var bu yaşamda, tuhaf ama gerçek, tastamam. Asri zamanlarda, ilgi arsızları daha da çoğaldı sanki, tek dertli kendilerini sanan, başkalarının sorunlarından topuklayarak kaçanlarla doluyor dünya… Ruhumuzu emen, duygularımızı sömüren bu tipler karşısında, hepimize sabır dilerim, içtenlikle.

Son olarak, Kolombiya dizisi Vahşi Bölge (Distrito Salvaje) hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Hah! İzlemeyenler varsa eğer, hemen listelerine eklesinler öncelikle. Buradan binlerce kilometre uzakta olan bir ülkenin, bizim memlekete bunca benzemesinin, iyi ve güzel bir şey olduğunu savunacak değilim. Yolsuzluklar, derin devlet, kullanılan ve atılan insanlar, yine ve yeniden lanet medya, adaletsizlikler, işini bilir müteahhitler, karmaşa, çatışma, kamplaşma, iç içe geçmiş ilişkiler… Ah! Sayarken, içim şişti. Harbiden gelişmekte olan ülkelere, benzer şeyleri mi dayatıyor kapitalizm, yoksa aynı şeyleri denemeye ve gerçekleştirmeye bayılıyor mu iktidar sahipleri, belli değil! Ancak bildiğim ve bariz belli bir şey var, bireylerin amaçsız kalması, örgütlenmekten uzaklaşması, halkların bu gaddarların elinde kukla olmasına sebep oluyor. Hal böyleyken, yılgınlık denen illet, tek tek esir alacak ve durmayacak, hepimizi ele geçirene dek.

Silkinmek gerek, kendimize gelmemiz gerek, bir an önce, daha da geç olmadan. Yoksa, burada veya orada, halimiz duman!