Bozuk düzene karşı bir çığlık: Âşıklar Cemi
Haydar Ergülen

Cenk GÜNDOĞDU

Çocukluğum. Her duvarda bir bağlamanın asılı olduğu evler. Mustafa Kemal, Hacı Bektaş ve İmam Ali fotoğraflarının süslediği eğri büğrü kireç badanalı gecekondular. Aşurelerin kaynatıldığı, sofraların kurulup kurulup çoğaldığı, lokmaların kap kap dağıtıldığı, komşu evlerden alınan birbirine benzemeyen sandalye ve masaların yan yana dizilip yemeklerin yenildiği o uzun günler. Şifalanılan türküler ve kederlenen deyişlerle gözlerden yaşın, dudaklardan duanın ve iyiliğin eksik olmadığı o bitmeyen güzel yazlar. Kulaklarımızın türkülerle deyişlerle dolduğu o vakitler kötülük mü yoktu bize öyle mi gelirdi bilmiyorum ama masal diyarı gibi bir imece ülkesiydi o günler. Her darlığa hızırın davet edildiği, yardımlaşma ve kucaklaşmanın çoğaldığı, evlerden dışarıya türkülerin deyişlerin aktığı bir büyük bahçeydi Tuzluçayır. Herkes yoksuldu ve tuzdan sabuna, ekmekten suya hemen her ihtiyacın bölüşüldüğü bir avluydu.

O günlerde Tuzluçayır’da çocuk olmayı çoğaltan yeni bir şey, ilk olacak bir şey yapılıyordu: Park. Parkın orta yerine bir havuz… Havuzun içine bir elinde güvercin, bir elinde bağlama gür bıyıklarıyla gülümseyen karayağız bir adam. İçimizi ısıtan gülümsemesiyle bize bakan o adam; yıllarca süpürge ile sokaklarını sürdüğü mahallede yeni dikilen kavakların, taze sulanan çimlerin, rengârenk açan çiçeklerin arasında kuş ve çocuk sesleri ile bir parkta yaşayacaktı artık. Biz çocuklar o parka, o ağaçlara, o havuza, bir elinde kuş ve bir elinde bağlama olan o heykele; Gulliver’e bakar gibi hayranlıkla bakıyorduk. Biz küçücüktük o kocamandı. Park hazır olduğunda yatılı okul başlamıştı ve çocukluk benim için bitmişti. Ara tatil için şehre döndüğümde adını ilk kez orada, o parkın tabelasında okudum. Sesini mutlaka duydum.  Deyişlerini, türkülerini dinledim. Ama adını bilmiyordum. İşte o havuzda, bağlama ve güvercinler içinden bize bakan Feyzullah Çınar’la yıllar sonra Haydar Ergülen’in yeni kitabı âşıklar cemi’nde karşılaştım ve aylar süren o parkın açılış günlerine, çocukluğuma yeniden gittim.

Bizi doyuranın, emzirenin, büyütenin çocukluğumuz olduğunu bir kez daha anladım. İşte beni de büyüten yolağzına açılan o parkın gerisindeki evlerden çoğalan o seslerdi, sözlerdi, türkülerdi, deyişlerdi. Her evde, her avluda, her kapıda duyduğum o gün anlamını fark etmeden kulağımı dolduran, ruhumu doyuran o seslerin derinliğini, önemini bugün yeniden ve yeniden anlıyorum. İnsan içine yöneldikçe, kendine yaklaştıkça, kazmayı derine vurdukça çocukluğunda karşılaştığı o seslere varıyor. O seslerin anlamına, o sözlerin derinliğine.

Haydar Ergülen, Cumhuriyetten bugüne âşıklarımızı bir cemde buluşturduğu; Veysel ile açılan ve Kıvırcık Ali ile biten kitapta onlarca ozan bizi sesi ile sözü ile Alevi Bektaşi kültürünün derinlerine götürüyor.  Şair, ‘âşıklar cemi’nde; bize o güzelim deyişlerle türkülerle vicdanımızın sesini duymamıza yardım ediyor. Bizi dünyadan, bu dünyalık işlerden çıkarıp kahır çeken ozanların peşinden götürüyor.

Kitabı okudukça şairin, türküleri sadece dinlemediğini onlar ve söyleyenler üzerine düşündüğünü de anlıyoruz. Bir denemeler toplamı olan âşıklar cemi için Cumhuriyet sonrası halk ozanlarının portrelerinden oluşan bir inceleme de diyebiliriz. Şair, çalışmadaki isimlerin kendi hayatındaki yeri üzerinden Alevi Bektaşi kültürü ve görgüsünün nasıl sürdüğünü yanı sıra ozanlık geleneğini de bizimle paylaşıyor. Aslında paylaşıyor değil de muhabbet ediyor desek yerinde olur. Bu kitap için en uygun sözcük muhabbet. Ki türküler de teklifsiz bir muhabbet değil midir? Çocukluğumda her evde birkaçının olduğu muhabbet serisi türkü kasetlerini de şu kenara dinleme önerisi olarak bırakıyorum.

Bu coğrafyada yolu türküye çıkmayan, türküye değmeyen, türkü dinlemeyen bir insan yoktur sanırım. Sözleri, ezgisi kulağımıza aşina pek çok türkü ya da bunları dile getiren ozanları bize bir anlamda bir kronoloji ile sunarak hafızamızı tazeliyor Haydar Ergülen. Hata yapan, yolunu şaşıran, kendini kaybeden oraya varsın. Çünkü türküde kendini de yolunu da bulacaktır. Acılardan, itirazlardan ve deneyimlerden el, söz ve ses alarak gelen türkülerimizin en doğru pusula olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor şair bu cem ile.

Yaşamları ve ötelenmeleri itibariyle Alevi Bektaşi ozanları; deyişlerinde, nefeslerinde ve türkülerinde toplumsal meseleleri işlemişler. Eleştirmişler, isyan etmişler ve karşı çıkmışlar. Tanrı, insan ve doğa üzerine düşünen, varlık sorununu problem eden kültürün içinden gelen ozanlarımızın sadece isyankâr bir ses olarak görülerek tasavvuftan uzak tutulmalarını da haklı olarak eleştiriyor şair.

Âşıkların toplumsal konudan uzaklaşarak âşka yaklaşması evvelden beri eleştirilen bir nokta olmuştur. Ve tahta taca yaklaşanı sivri bir dille yerle bir etmek de âşıklığın şanından. Belki de bu eleştirilere en çok muhatap olan isim kitaptaki ilk âşık olan Veysel’dir. Veysel, demişken 14 yaşında plağını yapan Ozan Şah Turna ile İzmir’de çıktıkları konserde şöyle bir diyalog yaşarlar: “Veysel, böyle fazla sosyal içerikli türküler söyleme, bizim gözümüz görmüyor, bir zalımın taşına rast geliriz, der. Şah Turna da bir insan zalım olduktan sonra görmeyeni de göreni de taşlar! ”  Alevi Bektaşi geleneğinin aksine deyişlere ve toplumsal meseleleri sazına sözüne uzak tutan Veysel’in eleştirilmesinin aksine tersinden bir örnek vermek de isterim kitaptan. Âşık İhsani’nin, Kul Hasan için söylediği şu sözler âşıkları kıskandırmaz da ne yapar: “Güzel sözü yanında, sazının üç çelik telinden çıkardığı renkli ses, dinleyenlerin yanık yüreğine bir kâse şarap gibi dökülür.”

Şimdi bir antoloji gibi duran bu toplama bakınca bir süredir “affedersiniz” diye söze başlanılan Alevi-Bektaşilerin; türkülerinin, deyişlerinin, sözlerinin, seslerinin, nefeslerinin bir an için yok olduğunu düşünün, en başka TRT repertuvarının ortadan kalkacağını söylememize gerek var mı? İşte çeyrek asırdır yapılmak istenen de bu olsa gerek. Evet bu çalışma; yapılan kültürsüzleştirmeye karşı hafızamızı tazelediği ve bize değerlerimizi, mirasımızı, sesimizi, sözümüzü hatırlattığı için ayrıca önem arz ediyor. Âşıklar, halk edebiyatı, sözlü kültür, türküler diye sıralayınca; akla bilgi aktarma ya da didaktik bir yaklaşım gelmesin. Aksine şairin her zamanki üslubu, samimi bir muhabbet içindeki o dili, bizi misafir etmeyi burada da sürdürüyor.

ÂŞIKLAR CEMİ, Haydar Ergülen, İthaki Yayınları

Bu ceme katılmak için her ozanı bir gün okuduysam birkaç gün de dinledim. Böyle böyle bugüne kadar okumam ve dinlemem sürdü. En uzun süre kapağını açıp kapamadan okuduğum Haydar Ergülen kitabı da Âşıklar Cemi oldu. Belki de güzel yanı kitap bittikten sonra Veysel, Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal, Daimi, Davut Sulari, Ruhi Su, Sümeyra, Feyzullah Çınar, Mahzuni, Arif Sağ... sazları, sözleri ve sesleri ile evde, sokakta içerde dışarda benimle dolaştı.  İnsana şu soruyu defalarca sordurdu: Türküler olmasa insanoğlu ne yapardı, ne yapardık biz? Hayat dolu hayatların sahici portrelerinden oluşan bu denemeler; biraz da hatta daha fazlasıyla dostluk, kardeşlik, doğa sevgisi, insan sevgisi... ile özlediğimiz Türkiye fotoğrafını sunuyor. Bu anlamda her yazıda tarumar edilmiş ülkenin eski güzel günlerini görmenin üzüntüsünü yaşadım.

Tüm bu denemelerde geçmişten bugüne ozanların hayatına ve eserlerine bakınca devletin ozanlara karşı despot tavrının hiç değişmediğini görüyoruz. Devletin dini olduğunu ve öteki olanın da hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun karşı taraf olduğunu üzülerek görüyoruz. İşte ötelenen zulme uğrayan isimlerden biri de Mahzuni. Şairin, Mahzuni ile olan sımsıcak bir anısını paylaşmak isterim: “Baktım otelim lobisinde biri duruyor. Mahzuni Amca dedim. Buyur canım dedi. Ben Haydar dedim. Eskişehir’den Kaportacı Kel Hasan’ın oğlu. Sarıldık birbirimize. Ağlamaya başladık. Aradan 30 yıl geçmişti ve babamla sonraki yıllarda görüşmemişlerdi, ama ara sıra haber alıyorlardı. Babam hastaydı onu öğrenince daha da üzüldü.”  Ve maalesef Mahzuni bu buluşmadan iki gün sonra vefat etti. Her hatıra beni de çocukluğuma götürüyor. Kara bir teybin içinde dönenerek gelen sese götürüyor: “Bağladın canımı zülfü teline/Sen beni de bıraktın elin diline/ Güldün Mahzuni’nin berbat haline/ Mervanın elinde parelense de...”

Sanırım cemdeki ozanların dünyaya bakışının özeti Mahzuni’nin şu ifadelerinde saklı: “Doğada bulunan her canlının içinde seçkin bir yer olan insan sıfatında dünyaya geldiğim için hep bununla gurur duydum. Hayatımda tek din taşımadım; insan tarihinden gelmiş geçmiş bütün dinlerin hepsinden birer parçayla yaşadım. Gün oldum yedi dinli, gün oldum dinsiz kişiliklerle gezdim. Özü insan sevgisi benim dinim oldu.”

Türkülerini ezbere bildiğim ama sahibinin kim olduğunu bilmediklerimi, sesler içinde sessizce yaşayanları tanıdım, adını yok sayıp memleketini öne çıkaranları okudum, sözlü kültürün derinliğinin nasıl gürül gürül, coşkun akan bir sel olduğunu bir daha anladım. Kitapta da adı saygıyla anılan Ahmet Kutsi Tecer’in, Anadolu’nun köylerini dolaşarak halk ozanlarını bulması ve 1932’de âşıklar bayramında onları buluşturması ve Veysel’i halkla tanıştırması mutlaka hatırlanması gereken bir girişim.

Bir anlamda Haydar Ergülen’in kendi kültürüne ve değerlerine bağlılığının da ifadesi olan Âşıklar Cemi; yalınlığı, derinliği, kültürel kodlarımızı, sözün gücünü, sesin büyüsünü bize yeniden hatırlatıyor. Bütün bu âşıklar, sözler arasında gezinirken sevdiğimi kaybetmiş de bulmuş kadar sevindim. O sesler o sözler çocukluk günlerimdi. Kitabı kapatsam da orada yazladım, kışladım.

Türkülerle bir Anadolu fotoğrafı çekilen bu cemde; Süreyya’dan Âşık İhsani’ye, atıyla dört ayda Erzincan’dan TRT binasına gelen Davut Sulari’den hazine bekçimiz büyük usta Ali Ekber Çiçek’e, Çamşıhlı Mahmut Erdal’dan bağlamanın üstadı Arif Sağ’a, bir Alevi divası Sabahat Akkiraz’dan Divriğili Ali Kızıltuğ’a, Hayret makamı sahibi Erkan Oğur’dan gürbüz ses Sadık Gürbüz’e, Rahmi Saltuk’tan Sivas’ta yakılan ozanımız Akarsu’ya, Nesimi’ye... ve daha nice güzellere âşıklar dizili okuyana, dinleyene.