25 Kasım günü kadınlar yürüyüş yapamadılar ama polis barikatlarını gaz yeme pahasına salladılar ya, muhakkak Berat’ın canına değmiştir diye düşünüyorum.

Bu adı akılda tutun: Berat Günçıkan

Handan Koç

Değerli gazeteci Berat Günçıkan 19 Kasım’da yağmurlu bir kandil günü Karacaahmet mezarlığından sonsuzluğa uğurlandı. 25 Kasım malum kadınların erkek şiddetine karşı sokağa çıkacakları gündü. O gün İktidar partisinin kadın kolları her türlü şiddete karşıyız diye tweet üstüne tweet atarken, Tünel de bir polis ordusu erkek şiddetine karşı yürüyüş yapmak isteyen kadınların üstüne yürüyordu. Berat Günçıkan Türkiye’de hayatını egemenlerin her türlü barikatına kafa tutarak geçirmiş bir kadındı. 25 Kasım günü kadınlar yürüyüş yapamadılar ama polis barikatlarını gaz yeme pahasına salladılar ya, muhakkak Berat’ın canına değmiştir diye düşünüyorum.


Türkiye de seksenli yıllarda ikinci dalga Feminizmden aldığı güçle bağımsızlaşan ve hayatını değiştiren binlerce kadın var. Bizlerin birbirimizi çok tanımasak da, kadınca bir kader değiştirme ortaklığına dayanan adeta bir kan bağımız var ki onu kelimelerle anlatmak çok zor. Ben Berat Günçıkan adını akılda tutun, yaşam öyküsüne, yaptığı şeylere ve ama daha çok yapma biçimine ilgi gösterin derim hele hele gazetecilik mesleğine ilginiz varsa ve bu işi onurlu bir şekilde yapmak istiyorsanız.

Ölümünün ardından “Gölgenin Kadınları” kitabını tekrar okudum. 1995 yılında basılan kitap hala o kadar taze ki. Ayrıca bugünlerde çok tartışılan bir konuyla; ünlü bir sanatçı erkekler kadınlara zulmetmişse, dövmüş, taciz etmişse onlara karşı duyduğumuz hayranlığı gözden geçirme meselesi ile doğrudan ilgili. Yazar önsözünde “ anlatılacak olan; gölgede kalanlar, yaşamlarının bir döneminde ışığı yakalamak ne kelime, kendileri ışık saçan kadınlar. Saçtıkları ışığın sanat alanında olması tesadüf değil.” Diye yazmış. Ama yine sanatçı olan eşlerinin gölgesi düşmüş bu hayatlara. Bu eşler Sami Ayanoğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Aziz Nesin, Cemal Süreya, Ayhan Baran, Oğuz Aral gibi isimler. Bir röportaj ustası olan Berat Günçıkan en az bu erkekler kadar parlayabilecekken kocalarının yarattığı gölgenin şu ya da bu şekilde altında kalan kadınlarla hayatlarının en büyük “acaba” ları üzerine görüşmüş. Önsözünü de şöyle bitirmiş. ”artık bu kadınları dinlemeli. Kendilerini var etmeye çalışırken, tam da ışığı yakalamışken vazgeçişlerinin öyküsünü bilmeli. Bilmeli ki gölgeden bulaşan ruh acımaları anlaşılabilsin.”

1959 doğumlu olan Berat Günçıkan Somut’un 4. Sayfası için kaleme aldığı bir yazıda bence kendi yaşam öyküsü ile ilgili en büyük ipuçlarını vermiş; “ Söylemeden edemeyeceğim, üstelik birkaç kez bir yerlerde yazdım ya da söyledim de, daha ortaokulda geleceğimin rotasını çizmiştim, gazeteci olacaktım, kadınlar cezaevine gidip “kader mahkumları”yla röportaj yapacaktım. Solcu değildim henüz, ama galiba ruhum arabeske teşneydi ve o teşneliği bugün bile sinsice taşırım içimde. Bunu söylememin nedeni, kadınlık sezgisinin bazımızı erkenden bir yola soktuğunu anlatabilmek.”
Upuzun sokağımızda çalışan tek bir kadın vardı örneğin, maliyede memurdu, aksi bir kocası, bir de hiperaktif bir çocuğu vardı (hiperaktif bugünün dili, yoksa biz yaramaz diyorduk ona). Bir gün bize geldi, annemle laflamaya, oturdu, konuştu, gitti. Birkaç dakika geçmemişti, sokak bir patlamayla sarsıldı. Bomba diye koştuk camlara (12 Eylül öncesiydi ve oluyordu böyle şeyler, eğer sokağınızda solcu bir öğretmen oturuyorsa ki bizim sokakta oturuyordu). Meğer kadıncağız düdüklüye mercimek koyup gelmiş bize, dönüp de eve girdiğinde, tam da mutfak kapısının eşiğinde tencere patlamış. Ağlıyordu, ama bana ya da oğluma bir şey olsaydı diye korkudan değil, akşam kocama ne diyeceğim, diye.”

Berat Günçıkan. 1987 -1989 arasında Cumhuriyet gazetesinin efsane Adana bürosunda çalışan tek kadınmış. “Bölge” de insanlara uygulanan işkence ve baskıları haber yapan büro ekibi hem gazete yönetiminin hem yetkililerin çok gözüne batmış. Dağıtılmışlar. İstanbul’a geldiğinde Doğu ile Batı arasındaki gündem farklılığına şaşırmış. Cumhuriyet Dergi’de 1994 yılının 1 Eylül Dünya Barış Günü için yaptıkları haberde, barış için yazılmış şiirlerle, barışı konu edinen metinlerden bir kesyap hazırlamış, görsel olarak da çeşitli savaşlarda ölenlerin mezar fotoğraflarını kullanmışlar. Bu fotoğraflardan birinde bir Kürt kadını bir mezar taşının başında ağlıyormuş. Yönetimden uyarı gecikmemiş. Pek çok uyarı almış barışın dilinden, bildiği gibi haber yapmaktan geri durmamış. Okuyucularının sevgilisi olmuş.

İdama gönderilen hayatları yazmış: Ömer Yazgan, Ramazan Yukarıgöz, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kanbur 1983te idam edildiler. O gece ziyafet verildi, vedalaşıldı. Vasiyetler yazıldı, organlar Organ Nakli Kurumuna bağışlandı. Her gece gün ışıyana kadar biri nöbet tuttu. O gece gelmediler de. “Recm edilen kadını yazmış:” O gecenin ve o geceye kadar olanların üç ayrı anlatımı var. Şemse’nin akrabaları bir başka öykü kuruyor, Helal’in bir başka. Yöreyi ve aileleri bilenlerin anlatımları ise yaşananları daha bir başka tanımlıyor. Ama üç anlatımda da törenin kuralları işliyor: Mardin Yalım beldesi nüfusuna kayıtlı, 02.02.1968 doğumlu, Sait kızı, Hansi’den olma Şemse Allak, ister kandırılsın, ister tecavüze uğrasın, ister kendi isteği ile Helal’le birlikte olsun, ölmeli.”

Gazeteler şirketleşir sendikalar dağılırken kariyer fırsatlarının değil haberlerin peşine kendince gitmiş. Özgür Ülke Gazetes’inin bombalanması, Uğur Mumcu’nun suikasta kurban edilmesi, , Metin Göktepe ‘nin öldürülmesi karşısında örülen gazeteci dayanışmalarının içinde yer almış. Boyun eğmemiş. Hep istediği gibi yaşamış emeği ile geçinmiş. Kendi deyişi ile” bile isteye kurmadığı, içinde neşeyle dört dönmediği bütün evlerin anahtarını denize atmaktan çekinmemiş.” Daha ne yapsın. Onu hep güzel küpeleri, tatlı gülüşü ve etrafını bir tül gibi saran sigara dumanı ile hatırlayacağım. Neden bir kere olsun uzun uzun sohbet edemedik, bir demli çay iki tek rakı içemedik diye de hep hayıflanacağım.