‘Ben Sana Küstüm’ adlı single’ı çıkan Ezginin Günlüğü’nün yeni solisti Mahmut Çınar “Devletin müzisyenleri yok sayması bir yana, göstere göstere düşmanlık etmesi de bundan sonrası için hepimize ders olsun” diyor

Bu düşmanlık bize ders olsun

Işıl ÇALIŞKAN

Müzisyen Mahmut Çınar, 2019’da yayımladığı ‘Bul Beni’ adlı solo albümünden 2 yıl sonra ‘Ben Sana Küstüm’ isimli single çalışması ile müzikseverlerin karşısında.

İlk kez 2016 yılında yazdığı şarkıların yarı amatör kayıtlarıyla adını duyurmaya başlayan Mahmut Çınar, 2017’den itibaren single çalışmalarını müzikseverlerle buluşturmaya başladı. 10 şarkıdan oluşan ilk solo albümü ‘Bul Beni’yi 2019’da çıkaran Çınar, ardından Türkiye’nin en köklü müzik gruplarından Ezginin Günlüğü’nün solisti oldu. Bir yandan grup çalışmalarını sürdüren sanatçı, şimdi yeni bir EP albüm projesiyle dinleyici karşısına çıkıyor.
Üç şarkıdan oluşacak albümün ilk teklisi ‘Ben Sana Küstüm’, yine Garaj Müzik etiketiyle yayımlandı. Şarkı sevdalının; görülmemenin, duyulmamanın, anlaşılmamanın ağırlığıyla âşık olduğu insana nihayetinde küsmesini anlatıyor. Çınar ile müziğini konuştuk.

Ben Sana Küstüm’ün hikâyesi nedir? Bu isim birçoğumuzu çocukluk günlerimize götürdü. O içtenlik ve saflık hissine…
Bu aslında bir seri şarkının finali olarak yazıldı. Geldin’le ve Büyük Aşklar’la başlayan, Satır Satır ile devam eden, ardından ayrılığa dair kimi şarkılarla süren bir öykünün nihayeti gibi. “Kaç gece yıldız oldum, görmedin, söndüm, görme zaten, anlamı yok” gibi aslında epeyce iddialı ama belki biraz da çocukça bir son. Bu sözler aklıma, dilime geldiğinde ben de kendimi ciddiye almadım; “ben sana küstüm” diye bir söz, bir şarkı yazmam herhalde diye düşündüm ama sonra sonra baktım ki şarkı dilimden uzaklaşmak istemiyor, bununla barıştım.

Ben küsen biriyim. Öyle kolayca, her bahanede küsmem ama küstüm mü hakikaten fena küserim. Bununla mücadele de etmeye çalıştım hayatımda çünkü küsmek bir yandan da geçmişinin belli satırlarının üzerini çizmek demek. Üzücü. Ama yapabileceğim bir şey yok. Hayal kırıklığı yaşadığım yerde durmuyorum. Bu şarkı biraz da benim bu tavrımın özeti olarak kayıtlarda dursun istedim.

ARABESKLE BARIŞTIK

Şarkı için, “Beni büyüten, dinlediğim, etkilendiğim müzikler arasında şüphesiz alaturka ve nispeten daha kaliteli ve özenli bir arabesk de var” ifadelerini kullanmışsınız. “Kaliteli ve özenli arabesk” ifadesi beni ülkedeki önyargılara götürdü. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bir müzik türüne olan bu bakışı?
Arabeskle barıştık. Bence bu doğru olandı. Milyonlarca insanı etkileyen, onların duygularına tercüman olan bir müzik türünü yokmuş gibi görmek, aşağılamak, çoğu zaman komedi malzemesi yapmak bu ülkenin “seçkinlerine” hiçbir şey kazandırmadı. Hatta kapitalizm aldı bu müziği, ucubeye çevirip o seçkinlere misli fiyatına sattı. Oysa hakiki arabesk, içinde müzikal olarak da, sözel olarak da cevherler barındırıyordu. Bunu çocukluğumdan itibaren bu müziği dinlemiş biri olarak söylüyorum. Yine de bunu söylediğim için avamı, vasatı, kötü zevki kutsadığım, baş üstüne çıkardığım anlaşılmasın. Arabeskin ne bileyim, belki nicel olarak yarısından çok fazlası kötü işti ama çok güzel şeyler de vardı içinde. Mesela Türkiye’deki en yetkin enstrümanistlerin bazıları o dünyadan çıktı. Bazı şarkılar beklenmedik derinlikte sözlerle kuruldu. İnanılmaz sesler, yorumlar, şarkı söyleme biçimleri... Bunları bir dinleyici olarak, en tukaka sayıldıkları dönemde bile önemsedim, dinledim. Bununla da gurur duyuyorum zira sonra benim dünyamın salonlarda keşfetmeye çalıştığı şeyin, benim yapıldığı zaman dinlediğim arabesk olmadığını biliyorum. Özetle bizim kültürel, entelektüel sermayeyi elinde tutan mahalle, bu konuda dün yanıldı, bugün bu hatayı düzeltmek isterken daha çok yanıldı. Şimdi de çünkü onlar yüzünden her şey arabesk.

Müzik emekçilerinin mağduriyetine değinmek gerek. Askıda Sanat programınız ile siz de müzisyenlerin salgında içinde bulunduğu duruma dikkat çektiniz. Ve bir müzisyen olarak bu çalışmayı yapmanız daha değerliydi. En önemli çıkarımlarınız neler şu yaşananlardan?
Tedirgin edici bir örgütsüzlük, hiçbir dayanağı olmayan bir “ben kendimi kurtarırım” illüzyonu, sanatın ve müziğin duygu-yoğun pozisyonuna hiç uymayan bir meslektaşını sevmeme hali... Genellemiş olmayayım ama bu sözünü ettiğim durum yahut durumlar çok göze batabilecek nitelikte. Benim zaten küçük bir müzisyen çevrem var, onlar da zaten arkadaş olabildiğim, olduğum, anlaştığım insanlar. Dolayısıyla çok büyük bir müzik dünyası resmi çizemesem de, gördüğüm ve özellikle pandemi sürecinde gözlemlediğim durum sektör adına hiç iç açıcı değil. Tabii bu meselenin küçük parçası. Asıl önemli olan, toplumun, devletin, bu ülkenin kültürel yapısının, alışkanlıklarının, söylemlerinin müzisyeni koyduğu yerin nerede olduğu. 24 saat müzik dinleyen insan bile konu müzisyenin hayatta kalması, evine ekmek götürebilmesi olunca konuyu tam olarak anlayamayabiliyor. Devletin yok sayması bir yana, göstere göstere düşmanlık etmesi de bundan sonrası için hepimize ders olsun umuyorum. Müzik meslek birliklerinden sendika meselesine, konuşulacak çok şey, çözülmesi gereken çok sorun, gidilmesi gereken çok yol var. Kendi adıma, bundan sonrası için büyük resim açısından çok umutlu değilim. Ancak bu süreç, daha küçük, daha doğrudan dokunabilen inisiyatifleri de ortaya çıkardı ki, bu da işin olumlu yanı. Kurtuluşumuzun, birbiriyle dayanışma gösterebilen insanların sergilediği tutumun bu genel çerçeveye de oturabilmesinde olduğunu düşünüyorum.

Ezginin Günlüğü desek…
Saatlerce konuşurum herhalde çünkü ben en az 25 yıldır Ezginin Günlüğü dinliyorum.
Türkiye’nin en önemli gruplarından biri olmak bir yana, kendi müzik tarzını yaratmış bir oluşumdan söz ediyoruz, bu çok mühim. Bu gurubun solisti olmak da hayatımda en çok gurur duyduğum, en heyecanlı olduğum şeylerden biri. Tek bir şey, tek bir yer de değil Ezginin Günlüğü, bir olgu gibi, sabit köklerinden hep yeni bir şey doğuruyor. Umarım benim de emeğim, fikrim, sesim olur yeni doğacak şarkılarda, albümlerde...