Deliduman, Emrah Serbes’in birçok eserinde olduğu gibi yine sorunlu, natamam, kendini bulamamış, büyüyememiş, büyümeyi de istememiş erkek bir karakteri odağına almakla birlikte hepimizin hayatını değiştiren Gezi İsyanı’nı anlatmayı hedefliyor

Bu hüznü siz de bilirsiniz

Duygu TANIŞ ZAFEROĞLU

Çağlar İyice, 17 yaşında bir adam, çocuk, kahraman... Ama alışık olduğumuz türde bir adam değil, çocuk da, kahraman da. Zaten hiçbirini olmaya yetemeyen, olamayan, tutunamayan bir karakter. Annesini sevemeyen, babasını sevmek istemeyen, kaybettiği dedesinin hatırası yakasını bırakmayan, küçük kız kardeşine- Çiğdem’e saf ama saplantılı bir tutkuyla bağlı, uğruna dış dünyayı karşısına alabilen; aşık olduğu Çisem’i hayalinde yarattığı bir hikâye içinde kurgulayan, aşkını beceriksizce yaşayan, insanı ilişkilerde kalıplara, kurallara isyan eden, hepimizin her gün karşılaşabileceği bir eski futbolcu o; bir meslek liseli Emrah Serbes’in son kitabı Deliduman’ın (anti)kahramanı.
Deliduman ismini hiçbirimizin önemsemediği çoğu büyükşehir insanının varlığından haberdar bile olmadığı, olmak istemediği, düşünmediği bir taşradan- Kıyıdere’den İstanbul’a uzanan bir yolda geçiyor. Şöhrete erişmeye takıntılı olan kardeşin peşinde düşülen o yolda çok bilindik bir insan hikâyesi; isyan, tutku, nefret, aşk ve heyecan ve daha fazlası var. Çağlar anlatmaya önce arka planına ve hatta karşısına Gezi İsyanı’nı alarak başlıyor, daha sonra kendisi isyanın bir parçası oluyor. Çiğdem’in peşinden düşülen İstanbul yollarında bahardan yaza evrilirken mevsim, Çağlar da dönüşüyor ama bu dönüşümü kendini ciddiye almadan yaşıyor; tıpkı hiçbir şeyi ciddiye almadığı gibi.


Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin...
Emrah Serbes’in son romanı işte böyle bir dünyada geçiyor. Aslında hepimizin yıllarca yaşadığı ama pek de okumaya değer bulmadığı bir dünya. Kasvetli, şatafattan uzak, çoğu zaman trajik aynı zamanda komik, sıradan ama sıradanlığını edebileştirmeye tenezzül etmeyen bir dünya bu.
Romanın hemen başlangıcında Çağlar bize kendinden önce Çiğdem’i anlatıyor; kendinden çok Çiğdem’i sevdiği için belki de, çünkü Çağlar böyle bir adam işte; kendini sevmeye değer bulmayan ama yaratımında bir parça olmaya çalıştığı esere tutkuyla bağlı olan. Sevgisi ve bağlılığını onun ağzından dinliyoruz; o yüzden tarafsız olmasını beklemiyoruz. Bize kendisi nasıl gördüyse öyle anlatıyor Çiğdem’i; tutkulu, coşkulu ve çoğunlukla gerçeküstü. En baştan okuru kendine çeken de işte bu kusur oluyor zaten. Tarafsız olmak gibi bir derdi yok Çağlar’ın, çünkü o sevginin insanı nasıl da tutkulu bir taraftar haline getireceğinin en güçlü kanıtı.
Aynı fanatizmi aşık olduğu Çisemle ilişkisinde de gösteriyor; gerçekle hayali arasındaki çizgi hem çok belirgin, hem de silik. Çağlar’ın anlattığı hikâyeye inanmak istesek de, gerçeğin çok farklı olduğunu hissediyoruz; inanmak istemesek de. Romanın temelinde, Çiğdem’in kahramanların hayatını değiştirme gücüne sahip tutkusu- dans var. Bir yetenek programına katılmasıyla başlayan süreçte Çağlar kardeşinin tutkusunu kendi tutkusu haline getiriyor önce, daha sonra da dönüştürüyor onu; kendi sahip olamadıklarına, tutamadıklarına belki de sevemediklerine. Arkadaşı Mikrop Cengiz bu hikâyede en büyük destekçisi, bir de hep saygıyla hatırladığı dedesinin hatıraları. İlçenin belediye başkanı dayısı Altan ile anne de dâhil hikâyeye, ama Çağlar’ın olmadıklarını temsil ederek var olabiliyorlar. Çağlar’ın dünyası ne kadar hayalse, Altan’ın ve annenin dünyası bir o kadar gerçek. Reel siyasetin tüm kirini taşıyor Altan olanca rasyonelliğiyle; anne ise yalnız başına iki tane olağandan daha sorunlu çocuk büyütmenin ağırlığını. Ve okur da ister istemez taraf tutuyor; Çağlar olabilecekken Altan olmayı, anne olmayı hazmedemiyoruz; o öfkelendikçe biz de öfkeleniyoruz. Çevresinde umursamadığı, üzerine düşünmeyi reddettiği çoğu karakterin, kurumun ismini bile zikretmiyor Çağlar; kendine hissettirdikleriyle tanımlıyor onları “Dedemi Kanser Eden Parti”, “Ya Kime Oy Vereceksiniz Mecbur Bize Partisi”, “Kimsenin İplemediği Atların Partisi” gibi. Siyasetin kimi zaman o kadar da politik olmadığını göstermek istiyor belki de, çünkü bazen hisler eylemden önce gelir; bazen siyaset sadece siyasettir!


Bir de bu terli karanlık...
Deliduman bir yol hikâyesi aslında. Çiğdem’in şöhret yolculuğu Kıyıdere’den çıkıp İstanbul’a uzanırken Serbes, Gezi İsyanı’nı herkesin yanında getirdiği isyanların çoğalmasıyla tanımlıyor. Çağlar ve Çiğdem ve hatta Cengiz bir taşradan çıkarıp getiriyorlar isyanlarını; yıllarca susturulmanın, görmezden gelinmenin, aşağılanmanın, ezilmenin isyanı bu ve Gezi’yle birlikte büyütüyorlar onu. Orta sınıf isyanı da değil bu hani, gayet de madunların isyanı, direnişi; mücadele edenler, gözünü karartanlar, savaşanlar onlar çünkü. Barikatın en önünde çatışmayı bekleyen, dayak yemeyi, yaralanmayı göze alan Çağlar için, tıpkı TOMA’nın önünde dans etmeyi göze alan Çiğdem gibi, direnişçilerin tarafına geçmesi kayda değer bir yolculuk. Çiğdem’in belki de en büyük isteği görünür olmak, en başta da babasına; Çağlar içinse kardeşine hak ettiği değeri kazandırmak ve belki de bu sayede babasından intikam almak. Çiğdem’i öyle görünür kılmak ki, artık babası görmezden gelemesin. Ama daha fazlası da var. Kitabın bir yerinde Çağlar şöyle diyor: “İnsanın hayatında öyle bir an gelir ki önünde uzayıp giden karanlık yolda ilerlemekten başka çaresi kalmaz, geri adım atamayacak kadar da yorgundur çünkü ve yerinde duramayacak kadar da yıkkın”. İşte onun hayatında, Kıyıdere’den başlayıp Gezi Parkı’na uzanan yol tam da ilerlemekten başka şansı olmadığı, zamanla aydınlanan karanlık bir yoldur. Kıyıdere’de Uygulama Oteli’nde öğrendiklerini uygulama şansı bulduğu, bir sokak çocuğunun peşinden koştuktan sonra yanlış anlaşıldığını belki de ilk defa anlatma isteği duyduğu, geçmişiyle, babasıyla hesaplaştığı, “kırılan bütün kalplerin hesabını sorduğu” bir yol. Ve o yolun sonu aslında hikâyenin başladığı yerde, Çağlar’ın kendini bulduğu yerde bitiyor: barikatlarda.

Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum...
Deliduman, Emrah Serbes’in birçok eserinde olduğu gibi yine sorunlu, natamam, kendini bulamamış, büyüyememiş, büyümeyi de istememiş erkek bir karakteri odağına almakla birlikte hepimizin hayatını değiştiren Gezi İsyanı’nı anlatmayı hedefliyor. Otobiyografik öğeler de bulunduğunu tahmin etmek Serbes’ten haberdar olan okur için güç değil. Aslında anlatılan hikâyenin gerçekçiliği de buradan geliyor; didaktizmden, büyük laflar etmekten kaçınarak Gezi’nin belki de hiç tartışılmayan insani bir yönüne değiniyor: “Neden isyan ettiler?” in cevabının bazen hiç de romantik ve/veya politik olmayabileceğini gösteriyor. Çağlar sayesinde görüyoruz ki bazen insan isyan etmesi gerektiği için ediyor; eline başka hiç bir silah alamadığı zaman; bazen “önce bir özgür olalım da, ondan sonra o özgürlükle ne yapacağımızı düşünürüz” diyerek isyan ediyor.
Bazen sadece isyan ederiz.
İşte Deliduman bu isyanın; Gezi’yi kuran isyanlardan, hayata karşı direnenlerden birinin; Çağlar İyice’nin hikâyesi.
Alfabenin bile dışladığı bir harfle başlayan isimlere, sıradan bir görünmezliğe sahip kahramanların; Taksim’de gazdan boğulanların hürriyetleriyle boğdukları insanların hikâyesi...