TürBANIN üniversitelerde serbest bırakılmasına yönelik girişim, Anayasa değişiklikleri ve laiklik ilkesinin zedelendiği yorumları, geçtiğimiz günlerde...

TürBANIN üniversitelerde serbest bırakılmasına yönelik girişim, Anayasa değişiklikleri ve laiklik ilkesinin zedelendiği yorumları, geçtiğimiz günlerde AKP’ye kapatma davası getirdi. Bu durum bazı kesimlerce şok etkisi yarattı. Çünkü, ilk kez tek başına iktidarda olan bir partinin kapatılmasıydı mevzu bahis olan. AKP’de panik yaşandı. Cumhurbaşkanı Gül de dahil olmak üzere 71 kişinin siyasetten yasaklanması istendi. Tüm bu süreçler gündemi haftalardır meşgul ediyor. AKP mağdur rolünde yine sahneye çıkıyor. “Kapatılacak mı kapatılmayacak mı?” sorusu basında büyük yankı uyandırmaya devam ederken, biz de bu sürecin biraz ötesinde, siyaset bilimciler ve sosyologlarla, “AKP kapatılırsa sonrası ne olur” sorusunun yanıtlarını aradık… Kısa senaryolar üretildi konuya ilişkin…

Hazırlayan: GÜLŞEN İŞERİ

PROF. DR. MEHMET BEKÂROĞLU
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi


Hiç kimsenin şüphesi olmasın, ülkenin ve dünyanın egemenleri, şu anda içinden geçmekte olduğumuz krizden, kendilerine uygun iktidar ve muhalefet partileri çıkarmaya çalışacaklar. Bakınız ortalıkta daha şimdiden bir sürü akbaba dolaşıyor, üzerimizden iştahlı iştahlı uçuyorlar...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması istemi ile Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davanın nasıl sonuçlanacağını neredeyse kimse sormuyor. Oysa Anayasa Mahkemesi’nde bir dava var ve bu davanın üç sonucu olabilir. Mahkeme, iddiaları yeterli bulursa AKP’yi kapatabileceği gibi, her ne kadar böyle bir talep olmasa da partiyi Hazine yardımından mahrum edebilir. Bir başka olasılık da AKP’nin aklanması. Ne var ki, geçmiş tecrübeler ve Türkiye’nin içinde bulunduğu atmosfer, AKP’nin kapatılmasına kesin gözüyle bakılmasına neden oluyor.
Hiç kuşku yok ki, sekiz ay önce seçmenin yüzde 47 oyla güvenini tazelediği bir iktidar partisine açılan kapatma davası, sıradan bir mahkeme sürecini başlatmadı. Türkiye’nin geçmişte defalarca şahit olduğu yeni bir siyasete müdahale sürecini yaşıyoruz. “AKP kapatılırsa ne olur?” sorusuna cevap verebilmemiz için öncelikle bu müdahaleyi yapanların ne yapmak istediklerine bakmak gerekir. Çok açık ki, milletin henüz rüştüne eremediğine inanan bir seçkinler grubu, iktidarını baştan beri hazzetmediği AKP’yi devre dışı bırakmak, en azından küçültmek istiyor. AKP diyoruz ama asıl hedefin Başbakan Erdoğan olduğunu herkes biliyor.

Siyasi mühendisliğin kapatma kararından önce başlayacağını söylesek yanlış yapmış olmayız. Beklenti, AKP’nin kapatmayı zorlaştırmak için Anayasa değişikliği yapmaya çalışacağı, bunu yaparken 330 sayısına ulaşamayacağı ve bu şekilde çatlayacağı şeklinde. Yani daha dava sonuçlanmadan 28 Şubat’taki ‘şemsiye partisi’ne benzer bir partinin kurulacağı öngörülüyor. Kapatma kararı çıktıktan sonra AKP’nin yerine kurulacak partinin grubu toparlayamayacağı, 50 kişinin benim ‘şemsiye partisi’ dediğim partiye, 20 kişinin de kongre yaparak kendisini yenilemiş olan Saadet Partisi’ne katılacağı hesaplanıyor. Bu şekilde AKP yerine kurulacak partinin çoğunluğu kaybedeceği, diğer partilerin bir geçiş dönemi hükümeti kurarak seçime gidecekleri öngörülüyor. Bütün bunlar olurken AKP (ya da yerine kurulacak Erdoğan’sız parti) ‘mağdur’ konumundan ‘aciz’ konumuna düşürülecek ve halk desteğini kaybedecektir. Bu bir senaryo, ama geçmiş müdahalelerde uygulanmış bir senaryo, o nedenle Ankara’daki siyaset mühendisleri bu senaryoya inanıyor.

Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin zor günler yaşayacağı açık. Şimdiden AKP hükümeti ‘topal ördek’ durumuna düşürülmüştür; içerideki ve dışarıdaki baskı gruplarından gelecek taleplere karşı dayanıklılığını kaybetmiştir. Sonrasında kurulacak hükümetlerin de çok partili zayıf koalisyonlar olacağı belli. Bu durumda Türkiye’nin, derinleşen küresel ekonomik krize nasıl dayanacağı, ABD’nin İran konusundaki talepleri karşısında ne yapacağı, Ortadoğu’da muhtemel İsrail ile Suriye-Hizbullah-Hamas savaşında nerede nasıl duracağı bilinmiyor. Bunlardan daha önemlisi ise Türkiye’nin iç barışını nasıl koruyacağıdır. Kapanma tehlikesini yaşayan sadece AKP değil, DTP’nin kapatılacağına da kesin gözü ile bakılıyor. Bu iki parti Türkiye genelinde yüzde 55, Doğu ve Güneydoğu’da yüzde 90’lara varan oranda oy alıyorlar. Bu durumda Kürtler ne yapacak, siyasi taleplerini nasıl ortaya koyacak, bu soruların cevabını maalesef kimse vermiyor.

Bir başka konu; evet, AKP’ye kapatma davası açıldı ama bu ülkede sorun iktidar partisi değil. Esas sıkıntı muhalefet boşluğudur, iktidar partisinin alternatifinin olmamasıdır. Türkiye’nin bu kadar gerilmesi, iktidar kavgalarının bu kadar çetin geçmesi, bunun bir müdahaleye kadar gitmesinin esas nedeni, iktidarın seçim yoluyla değiştirilmesinin mümkün olmadığının görülmesidir. 1950’den bu yana (70’li yıllardaki Karaoğlan’lı CHP’yi saymazsak) yapılan seçimleri sürekli olarak sağ partilerin kazanmasının nedeni, en son AKP örneğinde olduğu gibi, bu partilerin çok iyi olması ya da Türkiye seçmeninin kategorik olarak ‘sağcı’ olması değildir. Türkiye’de evrensel anlamda bir sol ya da sosyal demokrat parti hiç olmadığı için seçimleri hep sağ partiler kazanıyor. Bugünkü CHP’nin haline bir bakın, bu partinin emekle, hakla, özgürlükle, adaletle, eşitlikle, gelişme ile, halkla bir ilişkisi var mı?
Müdahale ile siyasetin sağlıklı bir zemine oturmasını kimse beklememelidir. Ama bu müdahaleden beklenecek bir hayırlı sonuç, solun önünü tıkayan Baykal ve ekibinin de tasfiye olmasıdır. Elbette Baykal ve ekibinin tasfiye olması CHP’nin evrensel anlamda bir sol parti olacağının garantisi değildir. Kaldı ki siyaset mühendisleri CHP’ye de müdahale edecekler, onun başına genç bir Baykal’ı getirerek alternatif oluşturmaya çalışacaklardır.

Her haliyle yaşamakta olduğumuzun bir kriz olduğu ve her krizde esas bedel ödeyenin halk olduğunu unutmamak gerekir. 1960 müdahalesi, Demirel ve Ecevit’i yarattı, 1980 müdahalesi bizi Özal ve neo-liberal politikalarla tanıştırdı, 28 Şubat müdahalesi Tayyip Erdoğan ve AKP’yi getirdi. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, ülkenin ve dünyanın egemenleri, şu anda içinden geçmekte olduğumuz krizden, kendilerine uygun iktidar ve muhalefet partileri çıkarmaya çalışacaklardır. Bakınız ortalıkta daha şimdiden bir sürü akbaba dolaşıyor, üzerimizden iştahlı iştahlı uçuyorlar.
Unutulmaması gereken bir konu daha var; her kriz içinde fırsatlar da taşır. Hep kötü senaryoları konuştuk ama siyaset mühendislerinin iradesinin dışında gelişmeler de olabilir. Bir tanesi, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılmasını reddetmesi ya da kapatmanın AİHM’den geri dönmesi. Bu durumda askeri bir müdahale de gündeme gelir diyorlar ama bana kalırsa herkes olup bitenlerden ders çıkarabilir ve başta AKP olmak üzere tüm siyasi partiler kendilerini gözden geçirebilirler, daha demokrat olabilirler, daha demokrat olmanın dışında bir yol olmadığını görebilirler. Elbette bunların gerçekleşmesi çok zor ama kolay bir yol daha var: Bir sürü sıkıntılar çekilir, bedeller ödenir, sonra toz duman ortadan kalkar, sel çekilir, köpükler kaybolur, sağda solda ya da her nerede duruyorlarsa insanlar toparlanır, ilk defa gerçek anlamda demokrat siyasi partiler kurulur, Türkiye bu karanlık dönemi bir daha yaşamamak üzere aşar, ülkede gerçek demokrasi inşa edilir.

***
DR. PHİL. HİKMET AYDIN  Siyasetbilimci
Konjonktürün iki damarı var
Sadaka/dilenci ekonomisinin güdüldüğü bu ülkede, dolar milyarderi sayısı 36’yı bulmuşsa, sol politikaların derlenip toparlanması gerekiyor...

Aslında sorun şu: İçinde bulunduğumuz konjonktürün iki damarı var; biri yerel diğeri küresel.
Yerelde 2001 sonrasında biriktirilmiş bir iç kriz potansiyeli mevcut. Küresel anlamda ise 1971’den beri birikerek gelen ve şimdilerde peyderpey patlatılarak yıkıcı etkisi asgariye indirilmeye çalışılan, boyutu şimdilik bilinemeyen bir kriz ortamından bahsetmek zorundayız. Bu iki krizin birleşmesi halinde Türkiye’de oluşacak sarsıntı, bize kriz hakkında var olan bilgilerimizin vasatlığını da kanıtlayacak türden büyük olacak, ne yazık ki…

Bu kriz, bize açıkça küreselleşmenin sonuna gelindiğini gösteriyor. Bir taraftan AVRO bölgesinin (Dolar’ın değeri düşürülmesiyle) rekabet gücü kırılırken, diğer taraftan Çin’in birincil enerji gereksinimi olan petrol alanları ABD tarafından markalanıyor. Son Tibet olayları da siyasi boyutuyla bu teorik duruş içerisinde algılanmaya layık öneme sahip. Burada Afganistan, Pakistan, İran vs konuyla ilgili ara duraklar olarak görülebilir.
Bir taraftan da AB’ye yeni üye devletlerin (de) NATO kapsamına alınmasıyla ABD’nin AB içine kama soktuğu oldukça açıktır, diğer taraftan da aynı AB, Rusya tarafından enerji konusunda etki alanı içine alınıyor. Türkiye’nin Avrupa Ordusu kurulmasını veto etmesi, AB’yi ordusuz bırakırken, Rusya enerji ve ABD yine doların değerini düşürerek AB’yi adeta hareketsiz bırakıyor. Dolayısıyla uzun bir süre daha Çin ve yakın çevresi hedef konumunda tutulacaktır.

Türkiye, önce 2001 krizine (iç destekli dış para çekme operasyonu) ve müteakip süreçte müthiş bir mülksüzleştirme operasyonuna maruz bırakıldı. Ulus devlet anlayışının pratikte alacağı zararların sonuna gelindiğini Türban Açıklaması (…) büsbütün kanıtlıyor.

Yok hükmündeki ve kanunsuz ve gayri ahlaki İkinci Siirt Seçimleri’ni içine sindirebilen bir siyasiyi yoktan var eden sistem, şu anlarda kendisini bertaraf ettiğini açıkça ortaya koyuyor ve küresel düzende TEFECİLER (elde ediciler, asalak para kapitalizmi) tarafından AKP politikaları çerçevesinde esaret altına alınan Türkiye, farklı bir dönüşüme doğru evriliyor. Normal şartlarlarda dünya ekonomisinde meydana gelen keskin dönüşümlere Türkiye’de askeri darbeler karşılık olarak tekabül ederken, bu defa farklı bir operasyonla cevap veriliyor. Hem yerel hem de küresel dönüşümün ihtiyacı olan cevap aynı konjonktürde veriliyor. 28 Şubat süreci tefecilerin kadife devrimi olurken, AKP’nin tasfiyesi rövanşın alındığına dair işarettir. Türkiye’de merkez sağ partilerin iktidarlarına karşı operasyonlar genellikle ya askeri darbe ya yolsuzluk sebebiyle yapılırken, İslami partilerin iktidarlarına karşı operasyonlarda ise laiklik ilkesine gerekli titizliğin gösterilmemesi sebebiyle göze çarpıyor. Ekonomik anlamda Türkiye’nin kendi krizini kendisinin tetiklemesini tavsiye etmek isterim, tabii, kendi çözebilecekse. Zira dış dünya salt operatif anlamda Türkiye’de krizi tetikler ise, oluşacak devasa basıncın altından bütünlük içinde kalkabilmeyi ummak isterim.

Sadaka/dilenci ekonomisinin güdüldüğü bu ülkede, dolar milyarderi sayısı 36’yı bulmuşsa, sol politikaların derlenip toparlanması gerekiyor. Yoksa, dünya egemenlerinin her zamanki senaryolarına göre hareket etmek, artık hiç ilginç değil. Emperyal düzen yine kendi hatalarının alternatifini kendi bulacaksa, yine aynı senaryo tekrar ettirilecekse ve buna yerel uyum sağlanacaksa, Yeni Yalta Düzeni’nde Türkiye kendi rolünü oynayamayacak ve yine başkalarının senaryosunu ezberleyecek ise, varılacak olan nokta gelecekteki krizdir.
Burada konulan hipotez doğruysa, yani tefeciler tasfiye ediliyor iseler, bu durumda ABD seçimlerinin sonucu da belli gibidir: Yine ve yeniden Cumhuriyetçiler…
Bunun Türkiye versiyonu da galiba sosyal sağcılık olacaktır… Çünkü içeriden ve dışarıdan hunharca sömürülen bir ülkede sosyal demokrasi olsa olsa teorik ahlaksızlık olur…

***
Şükrü Aslan  Sosyolog, MSGSÜ

Parti kapatma davası, kriz senaryoları ve toplumsal tedirginliğin inşası

Bugünkü siyasal yapıda seçmen kitlesinin yönelebileceği güçlü seçenekler gözükmüyor. Ancak bu yeni dönemin AKP’si, sisteme meydan okuyan değil, onun içerisinde kendine “yeni” bir dil üreten bir parti olacaktır...

AKP’ye yönelik kapatma davası üzerine yapılan değerlendirme ve üretilen senaryoların en ilgi çekici taraflarından birisi de bir tür toplumsal tedirginlik halini inşa ediyor olması. Yaygın ifadeyle “piyasaların geleceği”, “AB ile ilişkilerin kesintiye uğrama olasılığı”, “laik cumhuriyete yönelik tehdit”, “şeriat korkusu”, “toplumsal çatışma” gibi daha birçok önemli soruna ilişkin olası sonuçların yarattığı tedirginlik hali zaten başlı başına yakıcı niteliği olan gündelik sorunların önüne geçiyor. Tedirgin ruh halinin inşası, kriz ve ona yönelik sert müdahale beklentilerini de tetikliyor.

Gerçekte siyaset ve toplumsallıkların ilişkisi üzerinden geriye dönüp baktığımızda son birkaç ay içerisinde olup bitenleri sadece yarım yüzyılı aşan “demokrasi” deneyimi içinde değil, 85 yıllık cumhuriyet deneyimi içinde değerlendirmemiz gerekiyor. Zira “güncel” olanla “tarihsel” olan arasında doğrudan bir bağ olduğu açıktır. “Halkın iradesini temsil etme” söylemiyle, “cumhuriyetin temel niteliklerini koruma” söyleminin çatışmaya başladığı yer açıktır ki “kriz”in kapıyı çaldığı yerdir. Karşılıklı inşa edilen toplumsal tedirginliğin düzeyi ise krizin hangi araçlarla çözüleceğine dair bir göstergedir.

Bu noktada öncelikle güncele dair birkaç saptama yapmamız gerekiyor:
22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’nin yüzde 47 dolayında oy almasında birçok faktör etkili oldu. Sanıldığının aksine bu faktörler arasında TSK’nın “muhtırası” diğer faktörlerden daha etkili değildir. Çünkü, ANAP ve DP’nin ittifak girişiminin başarısızlığı, ANAP’ın seçime girememesi ve merkez sağ seçmendeki hayal kırıklığı, bu kesimdeki oy potansiyelinin büyük ölçüde AKP’ye yönelmesine yol açmıştı.
AKP’ye oy veren kesimler arasında hatırı sayılır bir sosyal demokrat/liberal kitlenin bulunduğu da bir gerçektir. Beş yıllık iktidar deneyiminden yola çıkarak bu partinin laik cumhuriyet için ciddi bir tehdit oluşturmadığına inanmak isteyen kesimler, bu dönemin “istikrarı”nı CHP’ye tercih ettiler. Seçim kampanyası söylemlerinde hızla sağa kaydığı gözlenen ve Türkiye’nin toplumsal kültürel sorunları karşısında adeta 1930’lu yılların milliyetçi tezlerini yeniden inşa etmeye yönelen CHP yönetimine duyulan öfke, parti tabanından hatırı sayılır bir kesimin AKP’ye yönelmesine neden oldu.

Uluslararası etkenlerin de dahil olduğu diğer bir dizi ekonomik ve sosyal faktörü saymazsak sadece bu gelişmeler bile AKP’nin çok ciddi bir oy patlaması yapmasında önemli ölçüde etkili oldu.
22 Temmuz 2007 akşamı, seçim sonuçlarının belli olmasında sonra Başbakanın konuşması, bu kesimlerin siyasal tercihlerinin isabetli olduğunu düşünmelerine ve bir rahatlık hissetmelerine yol açmış olmalıdır. Çünkü bu konuşma tam da bu kesimlere, hatta AKP’ye oy vermeyenlere seslenen bir konuşmaydı ve partinin, onların da hukukunu koruyacağına dair bir teminat gibiydi.
Buraya kadar süreç çeşitli politik oyunlara karşın AKP’nin verili düzen içerisinde “istikrar”ı koruyan ve böylece aslında pozisyonunu daha da güçlendiren nitelikte gelişmişti. Bu noktadan sonraki gelişmelere baktığımızda AKP’nin de ondan rahatsız olanların da tedirginlik halini aynı anda inşa ettiklerini görürüz. Bu bağlamda üç önemli hususun altını çizmemiz gerekir.

Birincisi, AKP, 22 Temmuz seçim akşamı Başbakanın ağzından uzlaşma üzerine inşa edilen konuşmanın aksine, kendisine oy vermeyen ve laik cumhuriyetin geleceği konusunda endişeleri olan kesimleri daha da tedirgin edecek sert bir söylem geliştirmiştir. Bu söylem, zaten AKP’ye yönelik güvensizliği olan ve bu sebeple partiye oy vermemiş olan kesimlerden çok, bu partiye oy veren demokrat/liberal kesimlerde de ciddi bir rahatsızlık yaratmış olmalıdır.. Bunu basında AKP’ye destek yönünde yazı yazanların aralarındaki tartışmalardan da izlemek mümkünüdür.
İkincisi, laik cumhuriyetin temel kurumlarından olan TSK bu süreçte “gelişmeleri izleyen” bir pozisyon benimsemiştir. Başka bir deyişle hükümete müdahale anlamına gelebilecek her türlü tutum ve açıklamalardan kaçınmıştır. Bu durum ilgili kesimlerde endişeleri artıran ve hükümetle ordu arasında bir tür zımni anlaşma olduğunu dile getiren değerlendirmelere yol açmıştır. Ancak bu sessizliğin kendisi dahi laik cumhuriyeti koruma endişesi olan kesimlerin tedirginliğini artırmıştır.

Üçüncüsü, tam bu noktada laik cumhuriyetin başka bir temel kurumu olan yargı, partinin politika ve pratiklerine dair aktif müdahaleci bir dinamik olarak öne çıkmıştır. Partiye yönelik kapatma davasının açılması bu sürecin ürünüdür. Özetle kapatma davasıyla AKP’ye hukuki müdahalenin yolu açılmıştır.
1930’lardan bugüne gelen laik cumhuriyetin temel kurumları arasında, siyasal fonksiyonlarıyla üyelerin politik kimliklerinin örtüştüğü en önemli kurum olarak yargının üye bileşiminin yakın zamanda değişebilme olasılığını dikkate alırsak, AKP’nin kapatılmasının hafif bir olasılık olmadığını söylemek için yeterince neden vardır.

Bütün bunların ciddi bir gerilim ortamı oluşturduğu açıktır ve burada AKP’nin türban konusundaki tutumu tetikleyici bir işlev görmüştür. O kadar ki “Ergenekon” meselesindeki kararlı tavrı bile bu tedirgin ruh halinin gölgesinde kalmıştır. Parti yöneticilerinin bu süreci adeta destekler nitelikteki söylemleri şimdilik hafiflemiş görünüyorsa da, bunun toplumsal tedirginlik halini ortadan kaldırdığını söylemek güçtür. Üstelik bu atmosfer, hükümetin gerçekleştirmeyi öngördüğü demokratik açılımlar için de aslında negatif bir durum yaratmıştır.

Bir bütün olarak bakıldığında hem bu süreç hem de AKP’nin sermayenin beklentilerine uygun politika ve kararları vb partiyi gerileme sürecine sürüklemiş gözüküyor. Güçlü bir varsayım olarak AKP’nin kapatılması ya da etkisinin sınırlandırılmasına yönelik kararlar, iddia edildiğinin aksine bu partinin ya da yerine kurulacak yeni bir partinin ilk genel seçimlerde çok daha büyük bir oyla iktidara gelmesine yol açmayacaktır. Partilere yönelik her müdahalenin, bu partileri daha da güçlendirdiği yönünde bir genel çıkarım yapılamaz. Her müdahale kendi somut bağlamı içinde farklı sonuçlar verebilir. Unutulmamalıdır ki AKP’nin büyük çoğunlukla iktidara gelmesinde etkili olan faktörlerden biri de Saadet/Fazilet geleneğine yönelik eleştirisiydi. Ya da tersinden söylersek çeşitli politik oyunlarla devre dışı bırakılan Saadet Partisi, deyim uygunsa bir daha kendine gelememiştir.
Ancak bugünkü siyasal kompozisyon değişmeden gerçekleşecek bir genel seçimde AKP’li kadroların yeni partisi ya da parti kapatılmazsa bugünkü AKP yine en fazla oy alan parti olmaya devam edecektir. Bunun nedeni tümüyle konjoktüreldir. Çünkü bugünkü siyasal yapıda seçmen kitlesinin yönelebileceği güçlü seçenekler gözükmüyor. Ancak bu yeni dönemin AKP’si, sisteme meydan okuyan değil, onun içerisinde kendine “yeni” bir dil üreten bir parti olacaktır.
Elbette ki bütün bu varsayımlar, inşa edilen toplumsal tedirginlik düzeyinin, sert müdahaleler dışında çözümü koşullarında ve bu öngörü içinde anlamlıdır.

***
ALİ ŞİMŞEK  Sosyolog
Sol mahalleleri iyi okumalı
Burada AKP'yi bizim nasıl algıladığımız önemli. İşin sınıfsal kısmı gözardı ediliyor. AKP İslamcı ve muhafazakâr denilen yeni bir orta sınıfın önemli bir temsilcisi. Şu çok açık, AKP neo-liberal kesimin çok özgün bir taşıyıcısıdır. Türkiye’nin mahalleli bir başbakanı var karşımızda. Eşraftan değil, çok daha özgün bir yerden gelen başbakan. Sol bu mahallelerden kovuldu ya da unuttu, ama önemli ölçüde kovulmuş durumdayız. “AKP mahallelere yardım ettiği için oy alıyor” deniliyor ya, zaten siyaset bu. Buranın neresine şaşıracaksınız. 'Küçük insan dediğimiz mahalleli, çok pratik bakar meseleye. Mahalle ayağı bu açıdan çok önemli. Mahalle, İslami yönden bakarsak muhafazakâr zaten. Sadece 1970'li yıllarda çok ciddi şeyler sağlamıştı sol. Sonra sepetlendik oralardan. Çoğunlukla gelmiş siyasal bir yapı var ve yukarıdan bürokratik bir şekilde kapatma mevzusu... Bu ciddi bir kutuplaşmaya geldiğimizi gösteriyor. Hukukun kendisi çok ciddi bir şekilde yürütmeyi feshedebilir. AKP’nin kapatılması birçok kesimi memnun edecektir ama mahalle tabanını ve muhafazakârları etmeyecektir. Bu kutuplaşma tehlikeli bir kutuplaşma, işin sınıfsal kısmını unutturuyor. Bu anlamda solun deneyim eksenli bir şeyleri yapması ve AKP’yi iyi okuması gerekiyor. AKP sadece neo-liberalizmin bir ajanı ya da gelen irticanın bir sembolü değil.

Solun 90’lı yıllarda büyük bir bölünmesi oldu. Yoksullukla dalga geçen bir kültürü bile, sol bir mizah dergisi olarak üretti. O yüzden de aklımızı başımıza almamız gerekiyor bu süreçte.
AKP kapatılırsa ne olur? Açıkçası çok şey olmaz. En azından yer yerinden oynamaz. Başka bir yapıyla beli şeyler çıkar. Ama bir çok şeyi de bu gürültü içinde ört bas edebilir.

Bu sürecin mağdurluk bilinci, AKP'yi daha da güçlendirebilir. Mağdurluğu AKP zaten kullanacaktır. Tabii tüm sürece baktığımızda karşımızda kavruk bir iktidar var, Cumhurbaşkanı, adamın amcasının oğluna benziyor, başbakan mahallenin bilmem nesine benziyor. Bu yüzü iyi okumaktır. Bu AKP’nin gücünü artırıyor. O yüzden de solun bir an evvel Beyoğlu’ndan çıkıp mahallelere gitmesi gerekiyor. 1990’lı yılların neoliberalizmi, kentsel dönüşümle, solu kültürün içine hapsetmiş durumda. Şunu da söyleyebiliriz: Neo-liberalizim ve kapitalizm krizi küçük esnafı feci sallayacak. Şu anda da sallıyor zaten. Küçük esnaf politikleşmeye çok uygun, solun buralarda durması gerekiyor. Bir bakkalı faşizme ya da sağa kolay malzeme etmemiz gerekiyor. Çok ciddi okunması gerekiyor, ama maalesef Türkiye’de küçük esnaf araştırması yok, sağın bile yok. Solcular araştırmacı insandır o yüzden sola burada çok büyük iş düşüyor.

***
BİLAL DİNDAR  Sosyolog
Defalarca mağduru oynadılar

Demokrasilerde yasa, yürütme ve yargıya önem vermek gerekiyor ama bizim ülkemizde zaten demokrasi sıkıntısı var. Sadece politikacılar değil, birçok insanımız düşüncelerinde demokrasiyi gerçekleştiremedi. AKP kapatılırsa sol canlanır mı bilmiyorum ama normalde Batı ülkelerinde özellikle de Avrupa’da sol atağa geçti, doğrudur. Ama Türkiye’dekilerin bir atağa geçeceğini ben zannetmiyorum. Önlerinde çok güçlü bir lider yok. Yeni bir güç, yeni bir ses solu toparlayabilir belki, ama Türkiye’nin durumuna baktığımda buna hiç uygun değil, böyle bir umutsuzluk da var.
Ben yıllardır düşünüyorum; aklı başında bir sol Türkiye’deki fotoğrafı çekse, “Türkiye’nin durumu budur, yapabileceğimiz şeyler de şunlar şunlardır,” diye net konuşabilse ama yok. Ben bunu yıllardır bekliyorum ama hiçbir liderde bunu görmüyorum, görmedim. Bu sürecin siyasi anlamda bir krize yol açacağını da sanmıyorum. Ama ekonomik olarak bir konjonktür var ve bu krizin olacağını gösteriyor. AKP mağduru oynamayı defalarca yaptı ve bu onları iktidara kadar taşıdı. Fakat iç yapıları halk tarafından anlaşıldıkça, mağdurluğa çok fazla fayda sağlayacağını sanmıyorum. Gerçekten halk ekonomik yönden çok sıkıntıda, bugüne kadar hızlı bir şekilde ekonomi ilerliyor gibi demeçler verildi ama artık bıçak kemiğe dayandı. Halk, esnaf, çok fazla etkilenmeyecek bu mağdurluktan. Tabii bu partide deşifre oldu gibi, halk “bu muydu” diyecek. İşin doğrusu Anayasa Mahkemesi’nden kapatılmasına yönelik karar çıkarsa, mevcut AKP milletvekililerinin çoğunun dağılacağını düşünüyorum. Gerçeği görecekler, “gerçek buysa biz burada ne arıyoruz” diyecekler.