Bu kuşak Batı edebiyatlarını çok okudu

SÜREYYA KÖLE

Türkiye edebiyatında gözle görülür değişimin yaşandığı yıllar; 50’ler... Kentleşmenin, modernleşmenin izlerini taşıyan yapıtların varlığıyla kendini ortaya koyan, ‘hikâye’den ‘öykü’ye geçişin dönemi; Türk öykücülüğünün altın çağı… Sait Faik’inden Bilge Karasu’suna, Nezihe Meriç’inden Leyla Erbil’ine, Ferit Edgü’sünden Adnan Özyalçıner’ine pek çok kıymetli yazar... O kuşaktan değerli bir isimle söyleştik işte; Türkiye’den çok uzaklarda, İsveç’te yaşayan Demir Özlü ile…

50 Kuşağı’nın önemli temsilcilerindensiniz. Dönüp baktığınızda, o dönemi farklı kılan neydi, size göre?

Değerli Süreyya Köle, bizim kuşağın farkı sanıyorum, çok kullanılan, çok da çeşitli anlamlara gelen basit bir deyimle hikâyeciliğimizi ‘alaturka’ niteliklerden kurtarmak isteğiyle, Batı edebiyatlarının çağdaş asıl kaynaklarına yönelmekle oldu. Çünkü biz Batılı anlamda çağdaşlaşan, bu zorunluluğu duyan bir ‘neslin’ çocuklarıydık. Batının gelişen hümanist geleneğiydi bizi ilgilendiren. Emperyalist, militer, hegemonyacı siyasi yanları değil. Memet Fuat, bu kuşak orijinal kaynaklara yöneliyor diye 60 yılı çevresinde belirtmiştir. Ferit Edgü ile Notos dergisinin yaptığı özel bir sayıda (Sayı: 69, Nisan-Mayıs 2018) Edgü’nün söylediği de budur. Şöyle diyordu: “Bizler Sartre’ların, Camus’lerin, Gerçeküstücülerin çocuklarıymış gibi yetiştik.” Bu durumun etkisi gelecekte daha da çok görülecek.

Türkiye’nin hikâyeden öyküye geçişinde etkin rol oynadığınızın ayrımında mıydınız o günlerde? Yoksa bu sonradan sonraya adı konan bir durum mu oldu? Bu noktada her ne kadar Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı milat kabul edilse de, yabancı yazarların üzerinizdeki etkisi nedir?

Bu deyimlendirme son yılların bir terimi; Hikâye-öykü ayırımı. Bunu düşünmüyorduk. Böyle bir biçim farkı varsa da bu bizim ardında olduğumuz bir yorum değildi. Sonradan anlam kazanmış bir durum. Bu kuşak Batı edebiyatlarını çok okudu. Etkilenmekten de korkumuz yoktu. Elbette Sait Faik’in büyük etkisi vardı. Alman edebiyatını iyi bilen Sabahattin Ali’nin de. Etkilenen yazar eğer bir kişiliği varsa, o etkilenmeyi aşabilir, etkilendiği yazardan faydalanmış olur böylece.

Yeri gelmişken, o döneme damgasını vurmuş dergilerden de söz edelim isterim; devamında, belli grupların uğrak yeri olan farklı buluşma mekânlarından.

Mavi Ankara’da, a dergisi İstanbul’da çıkarılırken, Vedat Günyol Yeni Ufuklar dergisini yayınlıyordu. Pek çok amatör dergi de çıkıyordu o günlerde. 1920’ler Almanyası, Rusyası gibi; İsviçre’de buluşmuş Dadaistler, Almanya’daki dışavurumcular, Rusya’daki Fütüristler gibi; bu amatör dergiler taptaze yazıları barındırıyordu. Evlerde yapılan çalışmalardan sonra, hep buluştuğumuz Baylan gibi pastaneler, kahveler, içki evleri vardı.

Bir klan kalabalığında gençlerin buluştuğu, düşüncelerini tartıştığı, birbirini yeni yazınsal ilgilere çektiği yerler... Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde yaşanan yarı bohem hayatı vb. Ülkemiz o dönem henüz sosyal çöküşe girmemişti.

Çok sayıda edebiyatçı dostunuz var ama Ferit Edgü ile ilişkiniz çok daha farklı, çok daha derinlikli sanki…

Edgü benim en eski arkadaşımdır. O onyedi, ben onsekiz yaşındayken İstanbul Fransız Konsolosluğu’ndaki Fransızca kurslarında tanıştık. Bizi kaynaştıran edebiyat sevgisi oldu. Hayat boyunca süren bir arkadaşlık. Ondan bu alanda çok şey öğrendim. Karşılıklı sevgimiz saygımız hâlâ devam ediyor.

Çok uzun yıllardır yurtdışında yaşıyorsunuz. Bu, çok da isteğe bağlı bir karar değildi. Askeri darbenin mağdur ettiği yazarlarımızdan olduğunuzu söyleyebilir miyiz?

İnanır mısın? Liseyi bitirdiğimizden başlayarak siyasi polis bizi izlemeye başladı. Bunda kuşkucu bir devlet tavrı var ama o kadar da değil, okuyana, yazana karşı bir yadırgama, dahası bir toplumsal düşmanlık da var. Böylece kendimizi ‘kendi özyurdunda yabancı’ hissetmeye başladık. Bu durum yaşamımızın ana-motifi oldu. Aynı Çarlık Rusyasında olduğu gibi. (Bu eğilim yoğun olarak Stalin Rusyası’nda da yaşanmıştır). Gene de D.P. döneminde bu ‘gözaltı’ yumuşaktı. D.P. 167 sosyalisti hiçbir suçları olmadan tutuklayıp mahkûm ederek zaten ABD’ye hoş görünmüştü. Biz ise çocuk yaştaydık, çok gençtik. 12 Mart ‘tan sonra bu eğilim sertleşti. Sistemli işkence de başladı. 12 Mart rejiminin en ünlü iki gazetecinin yargılanmasıyla başlaması unutulmamalıdır: İlhan Selçuk ile Çetin Altan.

Geriye dönüş başlamıştı.Beni de 1976’da yedek subayken çavuş yapıp Muş’taki piyade alayına sürdüler. Üzerinde durmayacağım.

Bu geriye gidiş 12 Eylül askeri darbesiyle güçlendirildi. Yurdumuz bir faşizm denemesine sürüldü. Sonuç cumhuriyet düşmanlığına ulaştı.

Demir Özlü denince, “Bunalım edebiyatı yapıyor” diyen de var, “Türkiye’de varoluşçuluk akımının öncülerindendir” diyen de. Bunca yılın sonunda, siz ne düşünürsünüz Demir Özlü’nün ortaya koyduğu edebiyat hakkında?

Ne yazık ki bugünkü dünya da pek tekin bir yer değil. Büyük devletler gene silahlanma yarışında. Militarizm güçleniyor. Bu durumu 1. ve 2. Dünya Savaşları’na bağlarsanız çok uzun süreli bu “bunaltı” dönemi başlar. Bu süreç devam ederse (Bunları alt edecek barış güçleri yeterli mi, diye sormak isterim.) o “bunalımcıları küçük görenler” ayılacaklardır.

İnsan varlığı giderek değer kaybediyor. Bu yüzden egzistansiyalizmle-marksist düşünce başat düşüncedir.Bu değer kaybını Akdeniz’e gömülenlerde de mi hissetmiyorlar?

Günceden denemeye, anıdan eleştiriye, romandan öyküye, siyasi yazıya…Edebiyatın farklı türlerinde ürünler veren bir yazarsınız.Hangi türde bir verim ortaya koyamasaydınız Demir Özlü hep biraz eksik kalırdı?

Anlatılarımı yazmasaydım yazdıklarımı eksik hissederdim. Bir de denemelerimi. Son denemeler kitabım “Samuel Beckett’in Terzisi” adlı denemeler kitabımda insanın değer yitimi konusunda düşüncelerim var.

Sanırım sadece benim düşüncelerim de değil.

Samuel Beckett’i 60’lı yıllarda Montparnaste sık sık görürdüm. Kimseden, hiçbir rejimden de korkmadan insan gerçeğini, yaşadığımız dünyada deşti. Piyeslerinde de insan gerçeği ile yaşam yer alıyordu, en trajik biçimde. Her zaman “düşünceye dayanan edebiyat”ı sevdim. Onu savundum.

Yakın zaman Türk öykücülüğünü izleme şansınız oluyor mu? Genç öykücülere ilişkin düşüncenizi merak ediyorum doğrusu.

Ah,yarama basıyorsunuz. Uzakta olduğum için yeni öyküleri çok az izleyebiliyorum. Ama Türkiye insanı yaratıcıdır. Çağdaş, yaşayan gerçeği etkileyici bir biçimde yazan öykücüler çıkacak, kendini kabul ettirecektir. Hepsini izleyebilseydim size bir kroki çizebilmek isterdim.