Esra Fakibaba Stefan Zweig’in aynı adlı romanından uyarlanan Korku oyunu yarın saat 20.00’de Kadıköy Theatron’da tiyatroseverlerle buluşacak. Altsahne ekibinin hazırladığı oyun, ‘korku’ duygusunun kişinin psikolojisini nasıl etkileyebileceği ve neler yaptırabileceğini anlatıyor. Tuğçe Mine Aktulay Çakır’ın yönettiği, Asena Yıldırım, İsmail Nadir Bilgili, Kerim Urun ve Zeynep Aytekin’ın oynadığı oyunu, Altsahne’nin kurucusu ve oyunun yönetmeni Tuğçe Aktulay […]

Bu oyunda herkes suçlu

Esra Fakibaba

Stefan Zweig’in aynı adlı romanından uyarlanan Korku oyunu yarın saat 20.00’de Kadıköy Theatron’da tiyatroseverlerle buluşacak. Altsahne ekibinin hazırladığı oyun, ‘korku’ duygusunun kişinin psikolojisini nasıl etkileyebileceği ve neler yaptırabileceğini anlatıyor. Tuğçe Mine Aktulay Çakır’ın yönettiği, Asena Yıldırım, İsmail Nadir Bilgili, Kerim Urun ve Zeynep Aytekin’ın oynadığı oyunu, Altsahne’nin kurucusu ve oyunun yönetmeni Tuğçe Aktulay Çakır ile konuştuk.

► Türkiye’de en çok okunan yazarlar arasında Stefan Zweig bulunuyor. Bu sene birçok tiyatro Zweig’in romanlarını oynamayı tercih etti. Sizin tercih etme sebebiniz nedir?

Stefan Zweig dünyaca ünlü bir yazar. Çok seviliyor çünkü çok fazla romanı var ve çok kalın değil. Birkaç günde bitirip sonuca ulaşabiliyorsunuz. Oyuncularımdan Asena Yıldırım bana “Bu sene Zweig’ı düşünür müsünüz” dedi ve bana Korku’yu hediye etti. Korku’yu okudum ve çok etkilendim. Nasıl yaparız derken metnine ulaştık, çok beğendik ve telif hakları ajansı ile görüştük. Anlaşmamızı sağladık. Elodie Menant uyarlamasıolan Korku’yu sahnelemek için ilk adımlarımızı attık. İnsanlar roman hakkında eleştiri yazısı yazarken Irene’yi veya Fritz’i haklı ve haksız görmek ikileminden değerlendirmişler. Bu çok sığ bir bakış açısı diye düşünüyorum. Elsa ve Eduard diye iki karakter daha var. Eduard niye suçlu değil, evli bir kadınla birlikte olmanın suç olduğunu bildiği halde ya da Elsa bu işin suç olduğunu bile bile alet ediyor. Yuvanın dışındakiler de suçlu. Bütün karakterleri aynı terazide değerlendirmek lazım. Bu oyun her yerde olan bir insanlık trajedisi. Bu trajedi herhangi bir yerde herhangi şekillerde oynanıyor olabilir.

SANATIN, ÖZGÜRCE YAPILACAĞI GÜNLER DE GELECEK

► Türk Tiyatrosu’nun şimdiki durumu için ne düşünüyorsunuz?

Türk tiyatrosu aslında çok zor günlerden geçiyor. Çünkü ödenekli tiyatroların bazı sahneleri kapanıyor. Özel tiyatrolar var olabilmek için çok çaba sarf ediyorlar. Hatta ben biliyorum ki pek çok genel sanat yönetmeni projelerini var edebilmek için diğer yaptıkları işlerden kazandıkları paraları bu işlere aktarıyorlar ama her şeye rağmen gerçek sanatçı dediğimiz insanlar üretim yapmaya devam ediyor. Bizim de yetiştirdiğimiz, yetiştirmeye çalıştığımız öğrencilerimiz, oyuncularımız bu işi sıkı sıkıya sahipleniyorlar. Bu bir dönem bunu aşacağımıza inanıyorum. Sanatın çok daha fazla, özgürce yapılacağı günler de gelecek. Buna inanıyorum. Bu yüzden ümitsiz değilim, karamsar değilim. Vergilerin biraz ağır olduğunu düşünüyorum. Bu biraz yapımcıların, genel sanat yönetmenlerinin belini büküyor bu durum. Telifsiz oyun oynamak istemiyoruz, hakkını vermek istiyoruz ama şartlar bizi zorluyor. Elbette oyunlar yazıyoruz, yazabiliriz ama biz çağdaş metinleri ya da Türk metinleri yazan, kalemi güçlü olan insanların oyunlarının haklarını verip bu işi yapmak istiyoruz. Sadece bununla da bitmiyor. Biliyorsunuz ki prova için mekân gerekiyor. Bunu seyirciye ulaştırabilmek için bir takım reklamlar gerekiyor. Hepsi baktığımızda bir bütçe oluşturuyor ama her şeye rağmen tiyatroyu sahiplenen bir seyircimiz var. Bu güzel. Biraz eve kapansak da diziler bizi hapsetse de yine de hala bir tiyatro seyircimiz var. Daha da artmasını diliyoruz, bunun için de çaba göstereceğiz.

► Son günlerde pek çok sanatçı verdiği röportajda sanatçının bir ideoloji taşımaması gerektiğini vurguladı ve gündem oldu. Sizce sanatçı, tiyatrocu bir ideoloji taşımalı mıdır?

Zor bir soru. Bazı durumlarda kendisine saklamalı diye düşünüyorum. Tiyatro başlı başına politik bir iş. Dolayısıyla var olan oyunla zaten sistemi, yanlışı, insanlığı, kötü giden şeyleri eleştiriyorsun. Dediğim gibi zaten yaptığın sanatın başlı başına politik bir duruşu var. Sadece sanatçının siyasi düşüncesini seyircinin gözüne sokması durumuna katılmıyorum.

Geleneksel Türk tiyatrosunda olan usta – çırak ilişkisinin çok önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Tanıtım metinlerinde de bunu Korku ile devam ettirmeyi düşünüyorsunuz sanırım. Alt Sahne nasıl bakıyor usta – çırak ilişkisine?

Bizim mottomuz, çıkış noktamız, sloganımız usta – çırak ilişkisiydi. Korku’da oynayan oyuncular benim öğrencilerim aynı zamanda. Bizim konservatuar geleneğimizde usta – çırak ilişkisi vardır. Yani biz ustalarımızdan, hocalarımızdan öğrendiklerimizi gelen nesle aktarırız. Fakat artık bu gelenek yok olmaya başladı. Günümüzde göremiyoruz. Ama ben sadece tiyatro sanatında değil bütün sanat dallarında usta – çırak ilişkisinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin Karagöz ustalarından alpay Ekler de bunun mücadelesini veriyor. O da bu sanatı devam ettirebilmek için çıraklar yetiştiriyor. Sorun şurada aslında gençler çok sabırsız, tahammülleri biraz az. Hemen her şey olsun, hemen o role bürüneyim hızlıca şöhret olup para kazanayım istiyorlar. Bu yüzden de yok oldu diyebiliriz. Elimden geldiğince usta – çırak ilişkisini sürdürmeye çalışacağım ve hep şunu söyledim. Alt Sahne’nin içinde ister bir olsun ister beş olsun mutlaka bir öğrencim yer alacak. Bizlerden bir şeyler öğrenmesi adına.

“Tiyatroda Dekor ve Sahne Tasarımı” adlı bir kitabınız var. Bir oyunda dekor, sahne daha çok neye dikkat etmeli? Siz Korku oyununda neye dikkat ettiniz?

Bize öğretilen, hocalarımızın bize daima söylediği bir şey vardı. Yapılan hiçbir iş yapılan başka bir işin önüne geçmemeli. Sahne tasarımı çok önemli bir şey ve bence tiyatronun bel kemiği. Olmazsa olmaz. Bir oyun eğer tek bir sandalye ile oynanıyor dahi olsa  o oyunun tasarımı odur. O sandalyedir. Burada önemli olan şey şudur: Tasarım oyuncunun önüne geçmemelidir ya da oyuncu tasarımın önüne geçmemelidir ya da metin diğer unsurların önüne geçmemelidir. Bazen bir oyun izlersiniz olağanüstü bir sahne tasarımı vardır ama oyundan çıktıktan sonra sadece aklınızda o kalır. O zaman deriz ki, tasarım yapılan işin önüne çıkmış. Bu hiç arzu etmediğimiz bir durumdur tiyatro sanatında. Korku’nun tasarımını Müge Hooper ile beraber yaptık. Benim amacım ‘simple is the best’ kavramıydı. Minimal ve sade bir dekor alternatif mekanları da düşünerek taşınması kolay olsun istedim. Gördüğümüz bütün detaylar lego gibi oluyor. Bu pratiklik bu oyun özelinde bir şey tabi. Kostümler özel tasarlandı. Kostümlerle o dönemi yansıtmak istedim. Dekorda dönemi yansıtmayı göz etmedim.

OYUNCUNUN İMGELEM DÜNYASI GENİŞ OLMAK ZORUNDA

Vanya Dayı’nın dediği gibi “Bizi çalışmak kurtarır” demişsiniz. Ayrıca genç oyuncular yetiştiriyorsunuz. Genç kuşağın istekleri ve tiyatronun istekleri bazen örtüşmeyebiliyor. Bu yüzden bir oyuncu kendini eğitirken, yetiştirirken neler yapmalı?

Aslında bu sadece oyunculuk mesleği ile alakalı bir durum değil. Bugün bir sinema tv bölümü öğretim görevlisi ile konuştuğum zaman onlar da aynı dertten muzdarip, onların da öğrencileri hemen yönetmen olup bir Ferzan Özpetek gibi filmler çekip ünlü olmak arzusundalar. Bunun da nedeni kitle iletişim araçlarının bu kadar yaygın hale gelmesi, her şeyin elimizde olması, şu hareket (telefonda yaptığımız atma durumunu göstererek) beğenmediğini atıyor dolayısıyla bu kuşak okulu beğenmedim at, hocayı beğenmedim at, dersi iyi anlatamadı at, şu kıyafeti beğenmedim at diye düşünüyor. aslında bütün olayımız bu oldu. Beğenmediğini hemen tüket ve at, hayatından çıkart. Artık sabırsız bir nesil var. Tiyatro, kim ne derse desin çok disiplin gerektiren bir şey. Asla değişmez unsurlar var. Hap değil ki hemen karaktere bürünebilesin, anlayabilesin. Kaldı ki bu meslek öyle bir meslek ki gözlem yapmanız, okumanız, araştırmanız gerekiyor. Bedeninizin ve zihninizin her anlamda sürekli hazır ve çalışıyor olması gerekiyor. Ben üniversitedeyken önemli olan ve görevimiz olan şey devlet tiyatrolarının oyunlarına ve ankara Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarına bilet bulmaktı. Bunun dışında da sahaf gezmekti. Çok önemliydi bizim için bunlar. İstanbul’da bulunan bir öğrenci için konuşacak olursak hem avantajlı hem dezavantajlılar çünkü dikkatlerini dağıtacak çok unsur var. Ama diğer taraftan da çok şanslılar, çok fazla sanat dalını takip edebilecekleri mekan var. Kişi var. İstedikleri yönetmenle, fotoğrafçıyla, oyuncuyla, gazeteciyle temas edebilirler. İmkanları var. İstanbul dünyanın en gözde şehirlerinden birisi bunu eğer avantaja çevirirlerse çok sanslılar ama aksi halde Eskişehir, Konya, ankara hala avantajını korumaya devam edecek. Bu işin eğitimi her nerede alınıyorsa en verimli şekilde alınması taraftarıyım. Hem fiziksel hem mental Sadece oyun izlemek değil müzelere gitmek, sergilere gitmek iyi filmler izlemek bütün milletlerin sanatlarını öğrenmek.  Oyuncunun imgelem dünyası geniş olmak zorunda. Artık öyle değil. Çünkü her şey hazır ve önüne geliyor.

Alt Sahne’nin kuruluş sürecinden bahsedebilir misiniz?

Alt Sahne’yi bu sene mayıs, haziran aylarında başrol oyuncum Kerim Urun ile konuşmuştuk. Kendisine bir oluşum başlatmak istediğimi söylemiştim. Kerem bana bir isim bulmam gerektiğini söyledi. Benim için alt Sahne’nin çok özel bir anlamı var. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı mezunuyum. Hacettepe Üniversitesi oyunculuk giriş sınavları yani özel yetenek sınavları okulun alt sahnesinde olur. Okulda iki sahne vardır. Biri üst sahne biri de alt sahne. Bütün arkadaşlarım gibi sınava alt sahnede girdim ve kazandım. O günü asla unutmadım, unutmayacağım da ben alt sahneden çıkan, yetişmiş bir naçizane oyuncu olarak alt sahneyi yaşatmak istedim. Dolayısıyla bu oluşumun adına da Alt Sahne dedim. Henüz daha bir yaşında bile değiliz.

Tedirgin eden korku

Irene, saygın bir avukat olan kocası (Fritz) ve çocuklarıyla yaşayan, güzel ve genç bir kadındır. Kendisini boşlukta hissettiği dönemde, bir piyanistle (Edouard) ilişki yaşamaya başlar. Ne var ki bir gün, yaşadığı ilişki, piyanistin kız arkadaşı (Elsa) tarafından öğrenilir. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Elsa, Irene’i tehdit ederek ondan para koparmaya başlar. Elsa’ya yakalanmamak için, bir süre sokağa dahi çıkmayan Irene, Edouard ile ilişkisini bitirmeye karar verir. Irene, evinde de oldukça gergindir; sürekli düşünen, neşesiz ve tedirgin hali, kocasının da dikkatini çeker. Bir gün, Irene’e bir mektup gelir. Mektupta, Elsa, kendisinden para istemektedir. Irene’in sinirleri iyice alt üst olur. Bu kadının, adresini nasıl bulduğunu bir türlü anlayamaz, zira kendisi üç gündür evden çıkmamıştır. İrene’in değişen ruh hali, tavrı ve hareketleri, kocasının dikkatini çektikçe, Irene’in de korkusu iyice artar. Fritz’in şüpheli bakışları ve imalı soruları, Irene’i yiyip bitirmekte, Irene korkudan deliye dönmektedir. İçinde bulunduğu durumdan çıkmak için, umutsuzca çırpınan Irene, bir süre sonra çok daha çarpıcı bir gerçekle karşılaşacaktır.