“Bu topraklar binlerce yıl  boyunca yaralı insanlar yarattı”

Ulaş Bager Aldemir

BirGün Pazar’da bir süre devam edecek söyleşi serisinde bu hafta tarihten mitolojiye, şiirden deneyimlerine kadar çok çeşit yönleri tuvaline yansıtan Ankaralı Ressam Ayla Aksoyoğlu var. Aksoyoğlu, yaşamını “Elli yılın ardından baktığımda her şey resimle ve resim için yaşanmış, bu yüzden romantik bir aforizma olarak değil, gerçek anlamda resimden ibaretim” sözleriyle anlatıyor.

Size ilk olarak sanat serüveninizi sormak istiyorum. Resimle ilişkiniz nasıl şekillendi ve bu süreçteki dönüm noktaları nelerdi? Öte yandan “Evet ben resimden ibaretim” demeye ne zaman başladınız?
Hayatımda çizdiğim ilk resmin ne olduğunu hatırlamıyorum. Dört beş yaşlarımda olmayım, ama o duyguyu hatırlıyorum. Büyülü bir şey yaşadığımı zannetmiştim. Sihirli bir gücüm olduğunu keşfetmiştim sanki. Olağandışı ve çok ışıklı bir andı. Resim yapmanın tadını ilk keşfettiğim an benim büyülü dönüm noktamdı. Hayatım boyunca o büyünün peşinden gittim. Hâlâ da öyleyim. Sanırım o heyecanım bakımından, büyümüş bir insan, değişen bir Ayla yok. Beş yaşımdaki küçük insanım hâlâ. Resmin çekimine kapılmam böyle bir hikâyeyle başladı, kendimi tamamen resme adamam da aşama aşama pekişti.
Hayata bakışımı değiştiren bir olay, daha çocukken kanadı kırık bir güvercini iyileştirmem olmuştu. Kanadını çamurla sardım, ilaç sürdüm, haftalar sonra iyileşti. Birkaç kez uçtu ve geri geldi, sonra bir gün uçtu gitti, dönmedi. Bu beni yeryüzünde hiçbir canlıya bağlanmamam gerektiğine inandırdı. Çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Sonra 12 yaşımda ilk yağlıboya resmimi yaptığımda kendime inanamadım, deli gibi resim yapmaya devam ettim.

Sonra Ankara’nın kırsalında geçirdiğim çocukluk günlerim, pastoral bir şiir gibi yaşadığım köy hayatı… Bütün bunlar sanatçı yönümü besleyen kaynaklardı. Doğanın nasıl davrandığını, ağacı, çiçeği nasıl inşa ettiğini gözledim. Resim yaparken ve kendimi eğitirken tabiat gibi davranmayı öğrendim. 17 yaşımda resim bölümünü kazandığımda havalara uçmuştum. Orijinal Van Gogh tablolarını ilk gördüğümde gözlerim yaşarmıştı. Bunlar benim dönüm noktalarımdı. Bu mutlulukları yaşarken, hayatın ne olduğunu ve karanlık yüzünü, yoksulluğu, malzemesiz, kitapsız ve aç kalmanın yalın gerçeğini tanıdım. Gençliğimde bir süre sokakta evsizlerle yaşadım. Hayatın diğer yüzünü gördüm ve ben de onlardan biri oldum. İnsanları tanıdıkça kendimi insan ilişkileriyle inşa edemeyeceğimi anladım, anne, baba, evlat, eş, sevgili… Hiçbiri sonuna kadar güvenebileceğiniz bağlar değildi. Hayat bunu öğretti bana, sadece kendi var ettiğim şeye, sanatıma bağlanmalıydım. Öte yandan kendimi teraziye koyduğumda, okuduklarım, yazdıklarım, seyahatlerim, yaşadıklarım hep sanatımın etrafında dönen ikincil şeylerdi. İnsanlar öncelikle, modellerimdi, manzaralar çizmek içindi, zaman resim için ayrıldığında anlamlıydı. Elli yılın ardından baktığımda her şey resimle ve resim için yaşanmış, bu yüzden romantik bir aforizma olarak değil, gerçek anlamda resimden ibaretim sanırım. Hayatta pek çok ilgim, hobim, uğraşım oldu ama onlar beni anlatmıyor. Kendimi tarif edecek başka bir şey bulamıyorum. Sorulduğunda, basit yalın bir cevabım oluyor, ressamım ben, o kadar.

bu-topraklar-binlerce-yil-boyunca-yarali-insanlar-yaratti-974409-1.
Mavi Köpeği Öldürmek, 200 * 200 cm, Tuvale Akrilik.

Resimlerinizde beden temel motif. Bedenleri uğratarak distopik ve deyiş yerindeyse abject ögelere dayalı bir kompozisyon yaratıyorsunuz. Bu tercihin sebebi ne?
Bedeni seçmek, sanatçının estetik tercihi olabilir. Konular, ilişkiler, anlam bağlamı dışında salt estetik tercih, çiçeklerin resmini yapmayı sevmek gibi. Yine de salt estetik tercihlerde bile sanatçıyı, duygusal bağlantılardan, konudan ve mistik bağlardan ayrı düşünemeyiz. İnce ve gizli bir bağa ve anlama da pirim verir sanatçı.

“Neden beden?” dersek, beden içinden çıkamadığımız varlık, insanın bedenden kurtulup zihnine, ruhuna, soyutlamaya ulaşması binlerce yıl sürdü. Sanatta soyutlama da yine çağlar boyu sürdü. Sonra soyuta paralel olarak beden objesi var olmaya devam etti. Her şeyi bedenimizle algılıyoruz, hatta ruhumuzu bile bir bedenimiz olduğunda idrak ediyoruz. Beden üzerinden üstünlük, aşağılama, Tanrılık, güç, statü, kariyer kurgulandı yüzyıllar boyu. Destanlar, şiirler yazıldı; fil gövdeli Rüstemler, olağanüstü güzellikte Helenalar gibi... Gözlere, ellere, saçlara şiirler yazıldı. Bedenden kaçışımız yoktur, varlık enstrümanımız beden. Pek çok uygarlık, mitolojilerini, tarihini, Tanrılarını bile bedenden hareketle kurguladı.

Benim bedenlerim daha çok kadın bedeni ve cinsiyetsiz bedenler. Kafamda kurguladığım dünya, güzellikleri ve olağanüstü yönleriyle bir ütopya olsa da dışarıdaki gerçek farklı. Savaşlar ve kötülükle örülü bir distopyada yaşadığımızı görecek kadar gerçekçiyim. Bedenlerim deforme olmuş, hayatın gerçeğine benzeyip çirkinleşmiş, yaralanmış ve sakatlanmış, tıpkı yaşadığımız yeryüzü gibi. Sanatınız biraz da size benzer, bu topraklar binlerce yıldır yaralı insanlar yaratmıştır. Günyüzü görmeyen toprakların insanlarıyız. Belki tüm yeryüzü böyle. Ben kendi payıma yaşadığımı görmezden gelemiyorum, neyi yaşıyorsam onu resmediyorum. Bunu da bedenler üzerinden yapıyorum. Bedenlerim görsel ve karanlık şiirler gibi, bazen kara mizaha varan derecede ironik olabiliyor. Eserlerim yaşadığım yüzyılın, içsel akışımın resimli vesikaları gibi. Renklerim yer yer vahşi ve biçimlerim rahatsız edici. Ve bu bir tercih değil; tarihsel sorumluluktan kaynaklanan estetik bir mecburiyet. Tercih etsem ben de Alice’in günlük güneşlik harikalar diyarını tercih ederdim ama şimdilik elimde olan ve payıma düşen şey, benim ve tüm insanlığın içinde yaşadığı distopik zamanlardır.