Yazar Selim Erdoğan İthaki Yayınları’ndan çıkardığı ‘Kurbağa Adası’ kitabını “Yaptığım şey bugünün ipuçlarından bir gelecek tahmini. Kurbağa Adası’nda şehirlerin ısınma olgusu da dâhil bugün olmayan hiçbir şey yok. Ama geleceği, araçları, besin zinciri, iklim koşullarına cevap veren mimarisiyle tasarlamak için bir hayli çalıştım” diye anlatıyor

Bugünün ipuçlarıyla geleceğe baktım

Süreyya KÖLE

Koronavirüs salgını sebebiyle çok kere duymuş olduğunuza kuşku yok, distopya… Selim Erdoğan da yeni kitabında bir distopyaya daha imza attı: Kurbağa Adası. Korkunun hüküm sürdüğü, yeni normallerin devrede olduğu, dolaylı ya da direkt insan eliyle kurulmuş yeni bir dünya düzeni. O denge nerede, hangi noktada bozuldu söylemek zor, ancak şu bir gerçek ki “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yaklaşımını farklı koşullarda tekrar tekrar deneyimleyeceğiz. Selim Erdoğan’a romanından önce bunu soralım istedik biraz da. Ve dahasını…

• Romanın daha başlarında, dışarı çıkarken maske takmak zorunda kalan insanları görmek, içinde olduğumuz koşulları düşününce ürkütücüydü açıkçası.

Salgınlar dünyanın geleceğinde önemli bir rol oynayacak gibi görünüyor. Bunun iki görünür nedeni var. Biri artan nüfus ve nüfus hareketliliği. Bir virüs dünyanın en uzak köşesine yirmi saatte gidebiliyor artık. Uçak yolculuğu tarihe karışmazsa bu devam edecek. Kurbağa Adası’nda maskelerin en önemli fonksiyonu havada asılı kalabilecek kadar küçük partiküller. Salgınlara karşıysa aşı programları var. Ama yine de büyük korku kaynağı.

• Yazdıklarınızda açık distopya ögelerine çok rastlamıyoruz aslında. Kurgusal anlamda baskıcı bir rejim, yaşamın silbaştanlığı gözümüze direkt sokulmuyor.

Aslında baskıya çok gerek kalmayan bir ortam var. ‘İkibinseksendört’ adlı kitabımdan farklı olarak, Kurbağa Adası’nda siyasi otorite baskıya çok gerek kalmadığında ortalarda görünmüyor. İklim şartlarının dayanılmazlığı, göçlerle gelen nüfus baskısı, halkın kendi kültürel klanlarında yaşamak zorunda kalması bezginlik yaratmış. Ne isyan edecekleri bir siyasi otorite ne isyan için enerjileri var. Pamuk ipliğine bağlı dengelerle yaşıyorlar. Güvenlik hizmetini özel şirketlerden satın alıyorlar. Kimi bölgelerde güvenlik çetelerin sorumluluğunda. Bu sosyo-kültürel öbeklerde insanlar yanındaki öbeğin, açlık ve hastalık korkusunun, ancak nasıl çalıştıklarını bilmediği makinelerle yaşanabilir kılınmış iklimin görünmez baskısı altında. Görünürde bir baskı yok.
Çevre adına çizdiğiniz tablo gerçek bir distopya örneği aslında. Kurgudan çok, yaptığınız araştırmalar sizi bu sonuca götürmüş gibi.

• Çevre adına çizdiğiniz tablo gerçek bir distopya örneği aslında. Kurgudan çok, yaptığınız araştırmalar sizi bu sonuca götürmüş gibi.

Politik distopyalardaki siyasi baskının yerini biraz iklim baskısı almış durumda, evet. Eğilim de bu yönde gibi görünüyor maalesef. Modernleşme on dokuz ve yirminci yüz yıl boyunca dolaylı olarak karbon salımıyla ölçülen bir şeydi. Kişi başına tüketilen enerji miktarı süt ve et gibi gelişmişlik ölçütü sayılıyordu. Tükettiğin enerji nereden geliyor o halde? Sekiz milyarlık dünya nüfusunun hedefi ortalama bir Amerikalı gibi tüketebilmek. Çin’deki geniş halk kitleleri ülke dünya ekonomisinin motoru haline geldikçe tüketim birimlerine dönüştüler. Hindistan onu takip etmeye çalışıyor. Belki de dünya, nüfusun büyük bölümün gıda maddelerini marketten aldığı, evine asansörle çıktığı, bir kıtadan diğerine birkaç saatte gidebildiği bir düzen için uygun değildir. Yaptığım şey bugünün ipuçlarından bir gelecek tahmini. Kurbağa Adası’nda şehirlerin ısınma olgusu da dâhil bugün olmayan hiçbir şey yok. Ama geleceği, araçları, besin zinciri, iklim koşullarına cevap veren mimarisiyle tasarlamak için bir hayli çalıştım.

• Dolaylı ya da direkt siyasi iktidar eleştirisi taşıyan bu türden romanlar yazarını sıkıntıya sokmaya adaydır çoğu zaman. Öyle olunca, yazarın içinde bir sansür mekanizması kuruluyor mu ister istemez?

Baskının düzeyiyle ilgili olarak olabilir. Siyasi baskının yoğun olduğu ülke ve dönemlerde ressamların, müzisyenlerin, yazarların aslında susmadığını, söylemek istediklerini alegoriler yoluyla dile getirdiklerini biliyoruz. Bu eğretileme zorunluluğu bazen şaheserlerin ortaya çıkmasına da neden olur. Ama bence yazar eğretilemeyi kullanmak istediği için kullanmalı, zorunlu olduğu için değil. Bu ortamlarda üretilen eserler bana o yüzden hep bir tahrip edilmiş, potansiyelinin altında kalmış olarak gelir.