FADİME USLU Biz, düşünce, dolayısıyla yaşayış ve yazı olarak değerler kategorisinde öznenin, özne olma özelliği dışında tutulmasının yadırganmadığı hatta doğal bulunduğu, böyle yaşandığı bir kültür mirasını devraldık. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha az olduğu bir ülkede yaşasaydık, sanatta estetik yasalar üreten bedenin cinsiyetle ilişkilendirilmesi meselesini doğrudan odaklanarak tartışabilirdik. Ancak bugün, yeni dünyanın siyasi düşünce haritasını çizen mantığın […]

Bugünün yaralı dilini iyileştirmek sorumluluğumuzdur
FADİME USLU

Biz, düşünce, dolayısıyla yaşayış ve yazı olarak değerler kategorisinde öznenin, özne olma özelliği dışında tutulmasının yadırganmadığı hatta doğal bulunduğu, böyle yaşandığı bir kültür mirasını devraldık. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha az olduğu bir ülkede yaşasaydık, sanatta estetik yasalar üreten bedenin cinsiyetle ilişkilendirilmesi meselesini doğrudan odaklanarak tartışabilirdik. Ancak bugün, yeni dünyanın siyasi düşünce haritasını çizen mantığın temelinde Hegel’in “herkesin diğerini köleliğe (özsel olmayana) indirgeyerek kendisini gerçekleştirme arzusu” ve bunun sonuçları olduğu için, ayrımcılığı yeniden çok boyutlu noktalardan bakarak çözümlememiz, öznenin cinsiyet politikalarıyla ne denli sınırlandırıldığını incelememiz, köle-efendi diyalektiğini, tahakkümün bireyler, ağaçlar, hayvanlar, kentler ve içinde sınırlandırılmamış sonsuz farklılıkları barındıran doğa üzerindeki yansımalarını çok daha dikkatle ele almamız gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü, kökeninde ‘öteki’nin reddini talep eden toplumsal cinsiyet algısının tırmandığı, bu algıya karşı geliştirilen ‘yaşayan beden’lerin yaşayamaz hale getirilmeye çalışıldığı bir sistemin içindeyiz.

Karşılıklı tanınma

Bin dokuz yüz altmışların sonunda Simone de Beauvoir, “kadının sembolik sistem içinde özne olmadığı”nı söylemiş ve bu sözlerini şöyle açıklamıştı; “Sembolik düzenin öznesi Öteki’yle ilişkisi içinde özneleşmiştir. Bilinç ondan başka olduğu halde, onun gibi bir bilinç olan ötekiyle karşılıklı olarak birbirini sınırlandırma ve yadsıma, öncelikli olarak antagonistik (karşıt olarak hareket eden) bir ilişki yaşamaksızın özne olamaz.” Beauvoir’in bu sözlerini ilerleterek muhteşem bir çözümleme yapar Zeynep Direk; “Başkasının mevcudiyedinden tam manasıyla bahsedebilmek için başkasının kendisine mevcut olması gerekir. Gerçek başkalık benden ayrı, ama benim gibi bir bilinçtir. Öteki bilinç, aynı olan başkası, mutlak değil, göreli bir başkalığın taşıyıcısı olan bir başkasıdır. İnsana varlığının hakikatini gerçekleştirme imkânı tanıyan başka insanların, benim gibi başka bilinçlerin var olması, onlarla yaşanan olumsuzluk (sınırlandırma-yadsıma) ilişkileridir.” Direk, Hegel’in efendi-köle diyalektiğini şöyle yorumlar. “Köle korku duyarak ve çalışarak nesnelliği ve kendisinin özsel olduğunu tecrübe eder ve nihayetinde ona özsel değilmiş gibi görünür. Bu dram, iki bilincin hem kendisini hem de ötekini özne-nesne olarak koyduğu bir hareketin sonucunda her bireyin kendini özgürce diğerinde tanımasıyla aşılacaktır.”*

Karşılıklı tanınmak. Edebiyatın vurgusu budur. Bir karakterin var olabilmesi için bir başka karaktere ihtiyacı vardır. Onunla arasında farklı düzeylerde eşitlik mesafesi bulunur. Birinin var olabilmesi diğerine bağlıdır. Edebiyatta unutulmayan karakterler ya bir başkasıyla en azından çatışmaya, uzlaşmaya, karşılıklı birbirini tanımaya girişmiş ya da kendi içindeki ‘öteki ben’ ile bu süreci yaşamıştır.

Sanatın dili yara alıyorsa…

Sadece edebiyatta değil, bir bütün olarak sanatta yeni öznenin kişiden ziyade sistem olduğunun kabulünü görüyorum. Sistemin iç dengelerindeki çatışma, uzlaşma ve varoluşsal aşamalar bir gölge gibi beliriyor eserlerde. Bu gölgeyi tahakküm altına aldığı kişiyi, kent, bitki, hayvanlar ve doğadaki yansımalarını seyreden devasa bir canavar olarak görüyorum. Çünkü sanat dil işidir. Sanatçı, anlatım olanaklarının her birini yeniden kurmak için çalışır. Evreni kendi görüş açısıyla kendi biçemiyle yaratır. Dil, içindeki kültürün algı, imaj, özne-nesne ve diğer nüvelerini yansıtır. Sanatın dili yara alıyorsa burada durmak gerekir. Çünkü yara en azından üç özneyi bağlar; yaralayan, yaralanan ve onun yaralanmasına tanık olan. İşte dördüncü özne de tüm bunlarla bir olan sanatçının kendisidir.

Sanatçı da bugünün öznesi olmak için çaba göstermektedir sonuçta. Buradaki kerteriz noktası kanımca gösterinin boyutudur. Sanatçı, kendi bedenini reklama yönelik imajlarla tüketilebilecek bir nesne gibi gösterdiğinde durumu ne olacaktır? Kültür pazarında özne rolü oynayan nesne mi? Peki ya özneymiş gibi anlattığı kişi, toplumsal cinsiyetçi yaklaşımının temsili bir taşıyıcısı ise? İşte bu noktada yine bugünün görüşüyle eleştirdiğimiz Hegel’in sözü geliyor aklıma. “Zaman, zorunlu yabancılaşmadır; yani öznenin kendisini kaybederek kendini gerçekleştirdiği, kendi hakikati olabilmek için başkası haline geldiği ortamdır.” Bu söze, gösteri toplumunun bilinçaltıyla bilinçdışında gerçekleşenleri henüz altmışlı yıllarda ele alan Guy Debord’nun sözü karşılık gelir. “Tamamen, yabancı bir şimdiki zaman üreticisinin uyguladığı egemen yabancılaşma” der Debord, “Bu uzamsal yabancılaşmada, özne ile öznenin elinden aldığı etkinliği birbirinden ayıran toplum, öncelikle özneyi kendi zamanından ayırır. Aşılabilir toplumsal yabancılaşma, tam anlamıyla, zamandaki canlı yabancılaşmanın olanaklarını ve taşıdığı riskleri yaşamış ve donmuş olan toplumsal yabancılaşmadır.”**

Yeni özne, kendi konumunu görüp beraberinde yeni bir hareket getirecek midir; burada temel olan asıl soru budur kanımca.

Egemenin oyununa gelmemek

Toplum, egemen eleştiri ve akademi tarafından tanınan, cinsiyeti kadın olan çoğu yazarımızın eserlerindeki öznelerin de egemen toplumsal cinsiyet algısının oyununa geldiğini görürüz. Geçmişte de günümüzde de. Sözgelimi, çağdaş öykücülüğümüzün ilk kadın yazarı; ‘Öncü kadın öykücü’ olarak bilinen Nezihe Meriç’in eserlerinde özne, ev içi rollerindeki başarılarıyla övülen, cinsiyetçi geleneksel değerlerin taşıyıcısı, erkeğin konforunu bütünleyen kadınlardır. Vurgusu yapılan okumuş yazmış aydınlanmaya kararlı kadınlar ise tedirgin halleriyle, toplum karşısındaki yalnız duruşlarıyla ayaktadır. Burada önemli olan bir başka nokta, eserlerdeki karakter öznenin kendisini, çevresini, toplumu nasıl gördüğüdür.

Beden kanalıyla kadın öznenin nesneleştirilmiş bir varlık olduğunu onaylar Meriç. Kadını genellikle mutfakta betimler. ‘Mutbak’ diyerek alaycı bir ton yerleştirir metnine. Ne var ki, bir eleştirinin nüansı değildir bu. Onun edebiyatı başlı başına bir inceleme konusudur. Tomris Uyar’ın öykülerinde de benzer bir vurgu vardır. Kabullenilmiş bir ayrımcılık, cinsiyetçi görüş.

Buna karşın, sözgelimi, Leyla Erbil’in, Sevim Burak’ın, Sevgi Soysal’ın, Adalet Ağaoğlu’nun eserlerinde eril dilin sınırlarını aşmak için toplumca kabul görülüp alkışlanmış anlatım biçimini bozup yeniden üretme eylemine giriştiklerini, bu büyük eylemin sonuçlarını da anlatım biçimi ve söylemlerindeki tonda bulabiliriz.

Sonuçta bugünün öznesi, dolayısıyla dili yaralıdır. Onun yarasını iyileştirmek için seferber olmak, asıl sorumluluğumuz bu bence.

*Zeynep Direk, Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Estetiği, Cogito, Feminizm, S.58, s.201-21.

**Guy Debord, Gösteri Toplumu, Çeviren: Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent, Ayrıntı Yayınları, 1996. s.132-133