Öyle “inadına buradayız, inadına dükkânlarımız açık, yemeğe içmeye “hiç haz etmesek” bile tiyatroya gideceğiz, gezeceğiz gibi yavan ve tekin olmayan tavsiyeler kimseyi ikna etmiyordu.

Beyoğlu Belediye Başkanı patlamadan otuz saat sonra fularını takıp, vitrin camlarına insan parçaları yapışmış İstiklal’de halkı “ekonomik” etkinliğe çağırsa da...

5 gün arayla canlı bombaların kent merkezlerine kamikaze gibi daldığı “Yeni Türkiye’nin” tüketerek bugünlere varmış, AVM kapılarında uzun kuyruklar oluşturan hedonist kalabalıklar kıpırdamıyordu.

Biraz da o ölümün kıyısına inşa edilmiş, her gün sağır kalabalık gibi “başkalarının ölümünü” seyretmekten bıkmayan TOKİ dönüşüm proje “hayatımız” dursaydı...

Ve düşünseydi “burası neresi” diye sorsaydı, dinci vakıf çatısı altında 45 çocuğa seri, sistematik tecavüzü “gizleyip”, aklarken, “çocuklar yaşamalı” diyen akademisyen Esra Mungan’ı silahsız terörist suçlamasıyla cezaevinde tecride koyulduğu yerin neresi olduğunu..

Aktif bombacı trafiği yüzlerce insanımıza kast ederken, daha kurbanların adı açıklanmadan kanlı-canlı Yeni Türkiye’nin biteviye kendini nasıl asıl “mağdur” ilan ettiğini de..

Sokaklarda masumların öldürülmesini “kanıksayın”, kent merkezlerindeki bombalı saldırılara “alışın”,

Güneydoğu’da derin sivil temizliğine, yıkıma “katlanın”, ve daha da fazla şehadet gelmeli telkinleri Yeni Türkiye’yi hızla Ortadoğu model şiddet birikimine doğru taşıdığı açıktı.

Belki de Türk tipi insan hakları veya Türk tipi Başkanlık ve yerli-milli anayasa gibi evrensel metin ve sözleşmeleri dışlayan, evrensellik kavrayışı ancak kendinle başlayıp biten “Yeni Türkiye’nin “Ortadoğulaşmak” ve emperyal fantezilerin tutkulu nesnesi “Suriye’ye” benzemekten başka çıkış görünmüyordu..

Elbette arka arkaya patlayan bombalar, her gün iç savaş pratiği yaptırtan “terörle mücadele” konseptinin haklılaştırılması ve rejime karşı tüm eleştirileri “terör yasa değişikliği torbasına” atılması adına büyük kazanımdı.

7 Haziran’dan beri dozu artırılan “ dehşet” şokları ve hayatın her anını hâkim güç gibi yöneten “savaş ve kaos” ortamı sonunda evlerine sinmiş, travmatize olmuş kitleleri acaba bu “Yeni İstiklal Mücadelesi” kurgusuna ikna edebilir miydi?

Rejimin, dehşete düşmüş, çaresizlik duygusuna kapılmış, kaygı bozukluğuna “terk edilmiş” toplum tasarımı sürerken, Başkanlık odaklı, MHP destekli Anayasa referandumuna artan teveccüh, her saldırı sonrasında ölçülüp coşkuyla ilan ediliyordu.

Vaat büyüktü “ölüm ve kaos” anayasal düzen ve kurumların tek liderin bünyesinde eriyeceği ve lider varlığının bizatihi “kurucu yasa” sayılacağı o fantastik tarihte bitecekti.

Yeni Türkiye’de siyaset alanı da rejimin arka gül bahçesi olarak tanzim edilecekti.

“Yerli-milli” istihbarat ve kamu güvenlik güçleri de o tarihe kadar olanca “şişkin” imkân ve kaynaklarıyla “çocuk ölümlerine ve savaşa alışmamakta” direnen kesimlere odaklanacaktı.

Kendisini patlatınca ancak DNA’sından tanınan ülkemizin “seyahat ve birey hukuku” timsali canlı bombalar ülke turuna çıkarken milli güvenlik gerekçeli genelgelerle üniversitelerde akademisyen avı bitirilecekti.

İç ve dış politikasını içeride ve dışarıda savaşın cinnet koşullarına uyarlamış rejim, kamusal sorumluluğundan sıyrılmış ve “şiddetin tek ve en etkili siyaset yöntemi” olduğunu kitlelere dayata dayata, Ortadoğu model başkanlık hayaliyle kanlı bölgenin kıyamet tarihindeki konumunu alıyordu.