Antik kentleri yakmakla, bu toprağın kültürel tarihini somutlaştıran yapıları yozlaştırmak arasında ne fark var?

Buraya bakarlar

> ZİHNİ BAŞSARAY zihnibassaray@gmail.com

Zamanın geçtiğini ancak bir acıyı unuttuğumda anlıyorum. Üstelik bu acı öyle etimin yanması, ağrıması ya da kanımın akmasından ibaret değil. Bir insanı özlemenin, bir hayalden uzaklaşmanın ya da haksızlığa karşı başkaldırıp da kazanamamanın verdiği acı da unutuluyor zamanla. Acıyı bile yenilmeye mahkum edebilen tek şey zamandır ve hayatın doğal akışına rağmen zamana karşı koyabilen insanlar kendi içinde devrim yapabilecek olanlardır. Zamanın esiri olmaktansa, zamana karşı koyabilecek cesareti kendinde bulabilen her insan bu dünyaya bir iz bırakır.

Bazı insanlar yaşadıkları çağın kabul edilmiş normlarını tanımazlar. Ezberletilmiş ve normalleştirilmiş olana başkaldıranları ölümsüz kılan da budur. Doğru bildiğini, gerçeği ve adaleti haykırarak geleceği kuranların karşısında bütün ezberler bozulmaya mahkumdur. Zindanda kolları, bacakları ve burnu koparıldıktan sonra kafası kesilen Hallâc-ı Mansûr’un “En-el Hak”’ı bugüne gelir, Hallâc-ı Mansûr destanlaşır. İktidarı için O’nu öldürten Abbasi Halifesi’ni kimse hatırlamaz ama kafir diye öldürülen Mansûr hak şehidi olarak anılır.

İktidarını kendi çıkarları üzerine kuran her muktedirin ilk amacı, kendi çıkarlarına giden yolları duble yol haline getirmektir. İktidarın ekonomik, askeri ve simgesel bileşenlerini elinde tutmak isteyen bu insanlar tarihi bile yeniden yazmaktan çekinmezler. Kendi iktidarlarını inşa ederken de her daim bir düşmana ihtiyaçları vardır. Tepenin ardındaki bu düşman üzerinden yarattıkları korku, muktedirlerin ekmeği ve suyudur. Korku tutsaklığa, tutsaklık ise rızaya sebep olur. Halk ise bu rızayı kendi içinde meşrulaştırmak için koşulsuz inanmayı tercih eder. Bütün despot rejimler bu sistemle çalışır ve tüm propaganda yapısını bu omurga üzerine oturtur. Bu artık bir ezberdir.

Ezberlerimiz, alışkanlıklarımız, normallerimiz artık değişiyor. Dolayısıyla bugüne kadar öğrendiğimiz, bildiğimiz direniş biçimlerinin hiçbiri yeterli olmuyor. Kendi çıkarı karşısında her kimliğe bürünebilen, hiçbir etik kuralı tanımayan ve hemen herşey üzerinden mağduriyet çıkarabilen bir harekete karşı nasıl davranacağımızı kestirmekte hala güçlük çekiyoruz. Daha da kötüsü, gerçeklik algımız bükülüyor. Çünkü bazı şeyler bizim için hala “gerçek olamayacak kadar” saçma.

Bu ülkenin nüfusu yaklaşık 80 milyon. Nereden baksanız bir asra yakın da tarihi, toplumsal kültür olarak da 1000 yıldan fazla geçmişi var. Bu ülkenin başkentinin göbeğine bir adet robot heykeli kondu. Sonra da Mimarlar Odası’nın itirazı üzerine dev robot heykelinin yerine dinazor heykeli kondu. Bu heykeli koyan kişi de, daha birkaç yıl önce Kars’taki barış anıtına “ucube” diyip, anıtı yıktıran hareketin bir parçası. Dinazor diyorum bakın. T-Rex.
Yağmur yağdığında alt geçitlerinde balık adam görebileceğiniz, metroya binerken yürüdüğünüz mesafenin neredeyse metronun güzergahından daha uzun olduğu, belediye meclisinden “eski meclisi dev bir büfeye dönüştürelim” diye karar çıksa şaşırmayacağımız bir başkentimiz var. Genel ülke politikasının yanında yalnızca bu örnekler bile devletimizi tanımamız için yeter. Bu anlayışı fırlatıp atmaya kalksan tutacak yer bulamazsın. Zaten bu kötü yönetimle falan da açıklanamaz. Bu artık dalga geçmeye girer. Ancak tabi bizim alıştığımız dalga geçme biçimleri bir şehrin ortasına dinazor heykeli koymak şeklinde olmadığı için gerçekliğimizin sınırlarının dışına çıkıyoruz.

Dünya görüşü muhafazakarlıkla taban tabana zıt durumda olan insanların hayranlıkla baktığı, mimarını anmadan önce neredeyse ayağa kalktığı tarihi yapıları restore edeceğiz diyip Sünger Bob’a çeviren insanlar neyi muhafaza ediyor? İshak Paşa Sarayı’nın çatısını pimapen kaplamak, 700 yıllık Halime Hatun Kambeti’nin dibine yurt yapmak hangi aklın eseri? Antik kentleri yakmakla, bu toprağın kültürel tarihini somutlaştıran yapıları yozlaştırmak arasında ne fark var?

Şehirlerdeki kaldırım ihalelerinden, en üst mercilerin basın açıklamalarına kadar karşılaştığımız bu sürrealizm bir tesadüfün sonucu oluşmadı. Bilindik baskıcı politikaları, bugüne kadar bilmediğimiz bu inanılmaz tavırla önümüze süren bir harekete karşı ne yapacağımızı şaşırdık. Gezi zekası dediğimiz şey de aslında tam olarak bunun bir karşılığıydı. “Üstü opera, yanlar avm, enseler de hafif barok” gibi bir söylem karşısında elbette ki en az bu açıklama kadar yaratıcı bir tavır gerekiyordu. Ancak bir yandan da hiç şakası yapılmayacak şeyler yaşadık. Sonunda da neye nasıl tepki vereceğimizi şaşırıp bipolar bir halka dönüştük.

Hani zamandan bahsetmiştik ya, işte o zamanın artık bir ruhu falan yok. Zaman kırıldı. Halk, zamana mahkum olmadı. Artık bir yarbay, ölen kardeşinin arkasından vatan sağ olsun demek yerine hesap soruyor. Bu topraklarda insanlar birbirine canlı kalkan oluyor. Bu topraklar Dadaloğlu’nun, Yunus Emre’nin, Pir Sultan’ın, Şeyh Bedreddin’in, Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in toprakları. “İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli.” der Yaşar Kemal. Çünkü oraya değerseniz bu halk, zorla ezberletilen herşeyi unutuverir. Bir anda artık o eski haline şükreden, dostlar sağ olsun, vatan sağ olsun diyen insanların, gerçeğin zırhına büründüğünü görürsünüz. İşte o gün acısını zamana bırakmaktan vazgeçiverir insanlar.

Anadolunun kini kudretlidir. Bunu hatırlamak istediğinizde Anadolu’da hangi ismin asla çocuklara konulmadığını ve o ismin yaşarken hangi sıfatını taşıdığını hatırlayın.