BirGün Pazar yazarlarından Murat Müfettişoğlu, ilk kitabı ‘Hakikat Masal Değildir’i okurla buluşturdu. Kitap üzerine sohbet ettiğimiz Müfettişoğlu, “Bütün siyasal iktidarlar hakikati eğip bükmeye ihtiyaç duyar. İktidarın ideolojisine, varlık nedenlerine ve hiç kuşkusuz konjonktüre bağlı olarak eğip bükmenin derecesi artar ya da azalır” diyor.

‘Bütün iktidarlar, hakikati eğip bükmeye ihtiyaç duyar’

BERKANT GÜLTEKİN

Hakikat Masal Değildir… BirGün Pazar’daki sorgulayıcı yazılarıyla tanıdığımız Murat Müfettişoğlu’nun yeni kitabı, geride bıraktığımız yılın son günlerinde Tekin Yayınevi etiketiyle okura “Merhaba” dedi. Kitap, Müfettişoğlu’nunBirGün Pazar’da yayımlanan ‘politik felsefe’ temalı yazılarından oluşuyor.

Müfettişoğlu bu metinlerde, insanın varoluşu, kurucu felsefe, sistemik akıl, yalan-gerçek ilişkisi, sınıfsal çelişkiler gibi konuları tartışıyor ve okuru farklı perspektiflerle yeni sorgulamalara sevk ediyor.‘Hakikat Masal Değildir’in derdini, Murat Müfettişoğlu’yla konuştuk.

► Kitapta fazlasıyla insanın varoluş sanıcısının üzerinde duruyorsunuz. Bir yazının girişinde, “Varoluşçular, yaşama durduk yerde ‘fırlatılmış’ olmanın saçmalığını giderme refleksinden söz ederler. Dolayısıyla varoluş için ‘yaşamı anlamlandırma pratiği’ de denebilir” şeklinde bir tarifiniz var. Varoluş ve varoluş eksenli problemler, çelişkiler sizin için neden bu kadar önemli?

Varoluş bitmiş bir süreçdeğil bir oluş halidir. İnsanın fiziksel ve zihinsel yoksunluğunu gidererek kendi özünü yapılandırmasıdır. Böylece kendisinin ve yaşamın bilincine de varmaya başlar. Varoluş düşüncesine göre, tanrı, hayvanlar, bitkiler ve cansız nesneler belirlenmişvarlıklardır. İnsan ise akıl ve bilinçsahibi olduğundan belirlenmemiştir; herhangi bir güç tarafından belirlenmek istendiğindeyse itiraz eder. Etmiyorsa boyun eğiyor ya da rıza gösteriyor demektir.

Her insan verili bir kültüre doğar ve çocukluktan itibaren kendisini yapılandırmaya girişir; merak edip sağı solu kurcalar, sorar, oyun kurup oynar, bozar tekrar kurar vb. Koşullar el verirse kendini yapılandırma çabaları ileri yaşlarda da devam eder. Böylece özgürlüğü deneyimler ve değerli bir pratik olarak içselleştirir. Derken özgürlüğü başkalarına da bulaştırarak onu güvence altına almak ister. Budavranışı bilinçli olduğu kadar içgüdüseldir, aksi halde doğa tarafından mutluluk/teşvik hormonlarıyla ödüllendirilmezdik. Deneyimlediğimizde ve sonuçları paylaştığımızda keyif alırız, bu kadar basit. Ortak yaşam için gerekli ortak aklın oluşmaya başladığı nokta da burasıdır. İnsanın deneyim-tasarım-deneyimdöngüsüne girerek kendi bilincine varması toplumun ve doğanın bilincine varmasıyla sonuçlanır. Bu yüzden insan,kendi kimliğini inşa ederken aslında kimliksizliğe doğru yol alan varlıktır.

Aynı şey sınıflı toplumlar için de geçerlidir. Kitlesel varoluş için gerekli olan dönüşüm ve devrim bilinmez bir tarihe ötelenemez; yapılması gerekenler herkes tarafından bulunulan noktada o an yapılmalıdır. Bu yüzden varoluş, yaşama fırlatılmış olmanın saçmalığını giderme refleksinin de berisinde, son tahlilde beşeri ve doğal bütüne katkı sunmaya, ona eklemlenmeye dönük (içkin) bir eylemlilik halidir; dolayısıyla teolojik veya ideolojik temelli (aşkın) düşünce sistemlerine ve otoriter yönelimlere bir başkaldırıdır.Buna rağmen varoluş düşüncesininyeteri sıklıkta ele alınmadığını, bunun da iki temel nedeni olduğunu düşünüyorum: Birincisi okuma oranının düşük olduğu toplumlarda çoğu felsefi düşünce gibi iyi bilinmemesi, içselleşmemesi; ikincisi de, geleneksel sol düşünce içinde yer alan kimi anlayışların varoluş felsefesiniburjuva bireyciliğiyle bir tutması. Oysa en ünlü varoluşçu düşünür olarak bilinen Sartre,‘angaje aydın’ kavramıyla bireyi evrensel bağlamda sorumluluk almaya, gereğini yapmaya çağırır.Kapitalizm ve kapitalizmden beslenen tutucu ideolojiler ve totaliter sistemler, insanları -tıpkı bitkiler, hayvanlar ve cansız varlıklar gibi-belirlemek ve kolay yönetmek istediklerinden varoluş düşüncesine karşıdırlar.

‘YAKANIN RENGİNE O KADAR DA TAKILMAMAK GEREKİR’

► Beyaz yakalılara sert eleştiriler yöneltiyorsunuz. Örneğin bir yerde, “Kaldığı yer mesaide kendisi için çalıştığını zannederken göçmen bir Afrikalıyı bindiği bottan denize ittiğinin bilincinde olmayan kişiye ‘beyaz yakalı’ denir” diyorsunuz. Beyaz yakalılara yönelik bu eleştirel yaklaşımınız, bu kesimden ‘daha iyisini’ beklediğiniz için mi, yoksa tümden umutsuz olduğunuz için mi?

Bir “beyaz yakalı” olarak kendimi de aynı sertlikte eleştirdiğimi belirteyim. Bunu mütemadiyen yapmak durumundayım aksi halde ne tespitlerimin,ne de önerilerimin gerçekçiliğinden ve içtenliğinden söz edilebilir. Sorunuzun cevabıda aslında gerçekçilik ve içtenlik kavramlarındayatıyor. ‘Beyaz yakalı’ dendiğinde, bedenlerinden ziyade zihinlerini kullanan emekçilerin sosyoekonomik konumlarını anlıyorum. Bu ifadede iki kritik kavram var: Emekçi ve sosyoekonomik. Sosyal kavramı kabaca belirli bir yaşam tarzına ve konfor alanına, ekonomi de,bu yaşam tarzının maliyetine karşılık geliyor. Konforu iseemeğini kapitaliste satan, yani bir emekçi olan‘beyaz yakalıyı’ kendisine ve yaşama yabancılaştıranbir manipülasyon, sistemin uzayıp kısalan bir tasması olarak görüyorum. Dolayısıyla konfora bağımlı hale gelerek gerçeklikle(hakikatle)arasına tül perde giren beyaz yakalının her zaman gerçekçi ve içten davranmasını beklemiyorum. Ancak her emekçi gibi bu potansiyele sahip olduğunu da biliyorum, zira deneyimlediğim bir durumdan bahsediyorum.

İnsanın özgürlüğünün ve özgünlüğünün doğrudan baskılanması bilinçli tepki vermesineneden olurken, dolaylı baskı bilinçdışı tepkiler vermesine, yani depresyona girmesine, bir tür varoluş sancısı çekmesine neden olur. Bilinciyle tepki verdiğinde kendisini bu duruma sokanı cezalandırmak ister, bilinçdışıyla tepki verdiğinde -gereğini yapmadığı için- kendisini cezalandırır. Öte yandan her türlü çıkış arayışının kişi tarafından bastırılabildiğini, sistem tarafından da unutturulabildiğini unutmayalım. İşsiz kalma korkusu bastırma mekanizmasını, konforu yitirme korkusu da unutma mekanizmasını devreye sokar. Kuşkusuz bu açmazlar her çalışan için söz konusu değildir. Kitabımda ‘kirli yakalı’ diye tabir ettiğim politik, muhalif kişilikler de var. Bunlar senaryosu sistemik iktidar tarafından yazılmış bir filmin oyuncuları olduklarının bilincinde insanlar. Malumunuz film, ayrıcalıklı azınlığın yararına çokluğun toplam emeğinin sömürülmesidir. Hal böyleyken yakaların rengine o kadar da takılmamak gerekir. Beyaz ya da mavi yakalı fark etmez, nefes aldığı sürece herkes her zaman daha iyisini yapabilir. Yeter ki fiziksel ve zihinsel varoluşununbaşkalarının fiziksel ve zihinsel varoluşuna bağlı olduğunu fark edebilsin.

‘YENİ BİR POLİTİK YAPILANMANIN GEREKLİ OLDUĞUNA İNANIYORUM’

► Kapitalist sistemin yıkılması gerektiğini söylerken, ‘kurucu muhalefet’ kavramına sıklıkla referans veriyorsunuz. Nedir kurucu muhalefet? Örneğin ana akım siyasi muhalefetten ne gibi farkları var?

Yaşı kırkın altında olanların çoğu, bir merkez tarafından belirlenmiş, belirlendiği ölçüde de kısıtlanmış politik aksiyonlara bağlanmak konusunda gönülsüzler, en azından ben böyle gözlemliyorum. Özellikle otuzun altında olanlar, ne bir otorite tarafından belirlenmek ne de yönetilmek istiyor. Onlara –bireycilik tuzağına düşmeden- bedenlerinin ve zihinlerinin ne anlama geldiğini, gerçekten nasıl var olacaklarını, varlıklarını güvence altına almanın yolunun beşerin ve doğanın ortak varoluşundan geçtiğini ve daha pek çok değeri anlatmak gerekiyor.

Kurumsal, temsili muhalefetin bu dile ve yapısallığa sahip olduğunu düşünmediğimden yeni bir politik yapılanmanın gerekli olduğuna, onun da adının kısaca ‘kurucu politika’ olduğuna inanıyorum. İçini doldurmak hepimize kalmış. ‘Kurucu’kavramı, olumsuz anlamda referans verdiğim ‘kurumsal ve temsili’ kavramlarının ve pratiklerinin hem ardılı hem de karşıtıdır; bu sebeple aralarında yadsıma ve dönüştürmetüründen bir ilişki olduğu söylenebilir. Kurumsalın ve temsilinbürokratik ve dikey yapılarından kaynaklanan kısıtlarıpratikte tökezlemelere neden olur. Kendisine bağlı olanları frenlerken, karmaşıklaşan süreçler karşısında yeni deneyimleri ve çözüm yollarını da-büyük ölçüde- baskılar.Bu bağlamda kurucu kavramının, özellikle politik tıkanıklıkların açılması ve yeni bir toplumsal varoluşun yapılandırılması için yapılabileceklerin tümünü kapsadığı iddia edilebilir ki aslında kavramsal karşılığı ‘praksistir’. Diğer bir ifadeyle ‘kurucu politika’,bireye ve kitleye içkin varoluşsal dayanışmanın ve işbirliğinin açığa çıkarılıp uygulanmasıdır; bu sebeple, dolaylılık barındırdığı için temeli de zayıf olan‘kurucu, temsili politika’ ile arasında yapısal farklar vardır.

butun-iktidarlar-hakikati-egip-bukmeye-ihtiyac-duyar-825452-1.

Kötü bir yaşamın kodlarını silmesi ve/veya bir defada tasfiye etmesi, iyi yaşamın kodlarınıysa yeniden oluşturması sebebiyle (mevcut) yönetim mekanizmaları karşısında edilgen değil etkendir. Ayrıca, emeği mesai saatlerine hapsederek emekçinin kontrolünü kolaylaştıran bütün kurumsallıklara kuşkuyla bakar, hatta reddedebilir. Buna mukabil hapsolunan kontrol alanından özgürlük teorileri ve pratikleri çıkarmaktan da geri durmaz. Yalnızca politik süreçlerin değil, bütün bir yaşamın yeniden ve gerçekten üretimini amaçladığından, emeğin gerçek manada özgürleşmesine odaklanır. Kurumsallıkta ve temsildeısrar eden muhalif oluşumlar özgürlüğü ve eşitliği hedefleseler bile zaman içinde merkezileşip otoriterleşme çelişkisine düşerler. Öncü kadroların özgürlükçü ve eşitlikçi niyetlerikurulan yapının dikey ve bürokratikdinamiklerine yenik düşer. Oysa emek ve sermaye çatışkısında karşılıklı etkileme, belirleme, halden hale girme, posizyon ve aksiyon alma ilişkisi vardır. Bu da muhalif oluşumlar arasında mutlak denkliği ve bireyler arasında eşitliğigerektirir.Kaldı ki özellikle günümüzdeki kaotik ve değişken süreçler –üretim ilişkileri temelde aynı kalsa bile- geleneksel kurallara, kurumsal prosedürlere, parti yönetmeliklerine vb. indirgenemez.Emeğin ve emeğe bağlı süreçlerin değişkenliği yeni çözümlemeleri ve yöntemleri gerektirmektedir. Bu bağlamda, emek, özgürlük, denklik, eşitlik, eleştirel düşünce, etik, estetik ve ekolojikurucu politiğin temel değerleridir.

► Kurucu muhalefeti toplumsal bir güç haline getirmek elbette kolay bir iş değil. Herkes kendi gettosuna çekilmiş durumda ve fikirsel alışveriş günümüz Türkiye’sinde çok olanaklı değil. Bu durum nasıl bir anlayış ve eylemsellikle aşılabilir?

Ortada sistemik(küresel) bir iktidar ve ona bağlı siyasal(bölgesel) iktidarlar varsaiyi-kötü muhalif oluşumlar da vardır. Kötü oluşumları geçiyorum. İyi oluşumların temel duygu dinamikleri, arzu, azim, akıl ve neşedir. Bunlar temel değer emekle birleşip toplumcu politiğe eklemlenme potansiyeline sahiptirler. Aksi halde romantik bir hikâyenin masum karakterleri olarak kalırlar. Önceki sorunuzla da bağlantılı olarak; kurucu etkinlik dediğimiz şey, yani praksis, geleneğin ve kurumsallığın (aşkın) tekrarlarından ayrı, bulunduğu mekânı ve anı yapılandıran, koşullara göre özgür, özerk ve özgün, koşullara göre otantik olabilen, (içkin) birkurucu eylem planına, kesintisiz bir düşünce-deneyim döngüsüne karşılık gelir. İlk sorunuzda değinmeye çalıştığım gibi; kendi varlığının bilincinde olmak demek, başkalarının varlığının da bilincine varmaya götürür. Bu da bireyin Sartre’ın sorumlulukalma çağrısına evet demesine neden olur -Sartre çağırdığı için değil, kendisi istediği için.

Dolayısıyla süreç, hem Marx’ın yabancılaşma sorununun çözümüne, hem de Nietzsche’nin ‘yaşama evet’ çağrısına bağlanmadan edemez. Bağlanmak durumundadır zira insanlık ve doğa hepten biter. Bu çağrılara uymak, dayanışmaya rıza göstermek değil, dayanışmayı arzulamak vebaşkalarıyla gönüllülük ilişkisine girmektir. İmece grupları, kooperasyonlar, halk meclisleri, gerçek yada sanal mekânlardaki bağlantılar, sosyal ağlar, anlık ve sürekli birliktelikler böyle oluşur. İnsanlığı bugünlere getiren şey, insana ve topluma içkin varoluşitkisidir; ne ki,akıl ona göre çalışır, duygular ona göre oluşur. Potansiyelimizin çoğunu, (kurumsal tabirle) yetkiyi,iktidarlara ve onlara güdümlü muhalefetleredevrettik. İşin kötüsü yetkilerin toplamı bize baskı ve kısıtlanma olarak geriye dönüp duruyor. Ve bizler–zihinsel varoluşlarımızdan geçtik- en temel hakkımız olan fiziksel varoluşumuzubile güvence altına almakta güçlük çekiyoruz. Gerçek ihtiyaçlarımız, iktidarların ya da iktidar olmayı hedefleyenlerin ihtiyaçlarıyla uyuşmuyor. Zira doğal ve beşeri varlıkların oluşturduğu çokluğunyapısı(ontolojisi) yataydır, iktidarların ve temsiliyapılarınkidikeydir.

Doğasındaki yataylığın farkına varmayanyapay dikeyliklerden medet umar, bu da tam bir yanılgıdır. İktidar ve kurumsal muhalefet dediğimiz oluşumların tabanları eksilmiş, kendilerine yabancılaşmış bireylerden oluşur, zira her birey yetkisini temsile devretmiştir. Bu nedenledir toplumun bakış açısını, total anlayışını belirleyen temsilci organlardır. Bu daaz önce bahsettiğim yanılgının farkına varılmasını güçleştirmektedir. Özetle; beden, zihin, varoluş, sorumluluk, emek, potansiyel, yetki, temsil, velhasıl politika kavramları üzerine tekrar düşünmek gerektiğine, pandeminin bu izole günlerinde bütün bunlar hakkında okumanın, düşünmenin ve tartışmanın az buz bir eylemlilik olmadığına inanıyorum.

‘YÖNETENLERİN KULLANDIĞI DİL, AKLA HİTAP ETMİYOR’

► Türkiye 18 yıldır siyasal İslamcı bir parti tarafından yönetiliyor. Kitabınızın isminin nazire yaparcasına, bu iktidar, hakikati adeta bir masal gibi eğip büküyor. İhtiyacı olan kitlesel rızayı da bir şekilde buradan üretmeyi başarabiliyor. İnsan aklının gerçekle olan bağını yarı-gerçek yarı-uydurma anlatılarla zayıflatmak, bu tip iktidarlar için olmazsa olmaz mıdır? Siz bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

İnsan aklı ile hakikat arasına giren masalsı anlatılaraslında kimi ideolojilerin uzantılarından başka şey değil. İlkel bir ideoloji olarak din insanların manevi hassasiyetlerini kaşırken, modern bir ideoloji olan kapitalizm bencil hazlarını gıdıklar. Velhasıl devletlerin ideolojik aygıtları ve ‘kültür endüstrisinin’ bacaları tam vardiya çalışmaya devam ediyor. Bütün siyasal iktidarlar hakikati eğip bükmeye ihtiyaç duyar. İktidarın ideolojisine, varlık nedenlerine ve hiç kuşkusuz konjonktüre bağlı olarak eğip bükmenin derecesi artar ya da azalır. Böylelikle -sizin de dediğiniz gibi- yönetilenlerin aklı zayıflar, bilinç seviyeleri düşer, olayların gerçek nedenini kavramaları güçleşirken rızalarını almaları ve yönetilmeleri kolaylaşır. Ancak zayıflayan sadece akıl ve kavrayış değil, iç/dış siyasetten ekonomiye, spordan sanata, bilimden kültüre bütün süreçler zayıflar.

Hiçbir iktidar,politikanın yönetişim faaliyeti olduğunu kabul etmez; aksi halde muktedir olmanın rantından yararlanamaz. Bu bağlamda, seküler aklın ve sağduyunun zayıfladığı politik iklimlerde, bir yönetme taktiği olan manipülasyon ile yönetme pratiklerinin toplamına karşılık gelen reel politika arasındaki ilişki sanıldığından daha güçlüdür. Bilindiği üzere George Orwell bunu 1984 romanında ustaca betimlemiştir. Öte yandan hakikate biçim verdiğinizde ortaya çıkan şey ‘uçucu gerçektir’. Hakikat, bütünlük, doğruluk ve ilkesellikle ilişkiliyken, gerçek sınırlıdır, tekinsizdir ve biçimseldir.

Kitabımda bir benzetme yapmıştım: “Süreçler zayıflarken iktidarın aynı kalması, hakikat ile gerçek makasını belli açıda tutan manipülasyonların gücünden kaynaklanır. Ancak yalancının mumunun yatsıdan sonra (da) yanmaya devam etmesi sabah namazına kadar yanacağı anlamına gelmez. Mum nesne olarak gerçektir, eninde sonunda bitecek olmasıysa onun hakikatidir.”Politikayı bir ‘yönetme tekniği’ olarak araçsallaştırırsanız, sık sık uçucu gerçekler yaratmak ve yönettiğiniz kitleyi yarattığınız gerçeklerle uyutmak zorunda kalırsınız. Aralarında farklar olmakla birlikte malumunuz bütün ülkelerde böyledir. 18 yıldır bizi yönetenlere gelince; bu konuda laik, seküler bir iktidardan daha avantajlılar, zira giyindikleri ideoloji(ler), kullandıkları dil ve kimi pratikler, insanların akıllarından ziyade muhayyilelerine, maddi varoluş koşullarından ziyade manevi hassasiyetlerine hitap ediyor. Bunlar da aksi kanıtlanamayan, sınanamayan sübjektif kavramlar, olgular. Gelgelelim, yönetmenin aracı da olsa, yönetişimin kendisine karşılık da gelse, ‘politika’son tahlilde maddi zeminde yapılan ve aynı zeminde var olan faaliyetler bütünüdür, temel dinamiği de toplumun ve doğanın ortak varoluşudur. Bu durum politikanın hakikatidir; iktidarları tarihin derinliklerine gönderen de bu hakikattir.

“‘ESKİNİN ÖLDÜĞÜ’ DÜŞÜNCESİNE KATILMIYORUM”

► Bugün sistemin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Dünyada bir açıdan bir şeyler değişiyor gibi ama başka bir açıdan da hiçbir şey değişmiyor gibi… Kimileri bunu Gramsci’ye atıfla “Eskinin öldüğü, yeninin doğmadığı” bir aşama olarak tanımlıyor. Kimileri de sistemin ölmediğini ama komada olduğunu söylüyor. Toplumların şikâyet ettiğini görüyoruz ama tepkisellik de yine çoğunlukla soldan değil, sağdan ifade buluyor. Siz bu konudane dersiniz?

Zor soru. Gidişata bakarak yalnızca genel şeyler söylenebilir. O da,kimilerine göre sistemin krizde, kimilerine göre çöküşte ya da komada olduğu. Açıkçası çöküşte ya da komada olduğunu düşünmüyorum, çünkü gidişata göre pozisyon alma opsiyonunun tükenmediğini ancak kısaldığınıdüşünüyorum. Karşısında organize, muazzam bir güçolsaydı işler değişirdi ama yok. Bana kalırsa sistemin en ciddi düşmanı yapısında barındırdığı irrasyonalite ve doğal kaynakların sınırlılığı, buna mukabil artan dünya nüfusu. Zaten bu yüzden uzun zamandır krizde, üstelik her boyutta. Ve egemenlerin krizi yönetmeleri gittikçe güçleşiyor. Devletlerin -istisnai bir durum olan- pandemi karşısında tökezlemeleri bunun en önemli kanıtlarından biri. Biz “lanetli” çoğunluk ne yapıyoruz, önemli olan bu. Başta doğa hepimizin geleceğişu an yaptıklarımızabağlı. Teorik ve pratik mantığı son derece açık: Geçmiş geçti gitti, şu an şimdiyi yaşıyoruz.

Geleceğe gelince; geçip giden ile yaşanmakta olanın -ama az ama çok- uzantısıdır diyebiliriz ve bu yönüyle gelecek şu an var olmaktadır.Sartre, ‘Başımıza neler geleceği, bize yapılanlara karşı takındığımız tavra bağlıdır’ derken bunu kastediyor. Küresel kapitalizmin emek ve doğa sömürüsünden,bir sapkının zayıf bedenleri istismarına; muktedir azınlıkların çokluğa uyguladıkları tahakkümden, otoriter bir babanın eşine ve çocuklarına uyguladığı baskıya kadar çeşitlilik gösteren‘yanlış’bir yapının içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Buna rağmen beşerin bağrından, etik, politik, estetik, bilimsel, otantik tepkiler, dışavurumlar da çıkıyor. En önemlisi Doğa uzun zamandır çığlık atıp duruyor. Bunlar koşullara bağlı olarak azalır ya da artar ancak asla sıfırlanmaz. Dolayısıyla ‘eskinin öldüğü ancak yeninin doğmadığı’ düşüncesine katılmadığımı belirtmek isterim. Doğmakta olan şeyler her ne iseler, geleceğin yararlı öncülleridir, el vermek gerekir. Elbette yönetenler ve sebep oldukları karşısında uyanık olmak da gerekiyor. Bu noktada “bilincin iyimserliğinin, aklın kötümserliğinin” bir klişe değil, alınması gereken pozisyona dair değerli bir yaklaşım olduğunun da altını çizmek lazım. Açıkçası tepkilerin soldan ya da sağdan gelip gelmediğine bakmamak; gelip gelmediğine bakmak gerekir. İnsanın, toplumun ve doğanın yararınaysa, bir tepkinin nerden geldiğinden ziyade onu sahiplenip sahiplenmemek önemli olan.

Son olarak vurgulamak istediğim bir konu var: Vermeye çalıştığım yanıtlar genel olarak küresel kapitalizm karşıtlığı bağlamındadır. İlave olarak –malum- ülkemizin kendine “özgü” süreçleri var ve bunlar daha ziyade sıcak siyasetin konusu. Bu bağlamda -kurucu ya da kurumsal- her muhalifin ortak dileği ve yapmak istediği şey belli: Bir an önce sandığa gitmek ve iktidarı değiştirmek. Ortak dileğin ve yapılmak istenenin bu denli belirgin ve baskın oluşu, Türkiye’nin de parçası olduğu küresel kapitalizme dair güncel, yapısaltespitlerin ve çözüm önerileriningöz ardı edilmesine neden olabiliyor.