Büyük şirket karşıtlarının sundukları çözüm hem kapitalist sınıfı, hem işçi sınıfını dönüştürüp herkesi birer ‘küçük işletmeci’ haline getirmek. Bu türden bir dönüşüm, azınlığın iktidarını yıkıp, ‘hiç kimsenin iktidarına’ ya da ‘öz yönetim’ benzeri bir düzene geçmek anlamına geliyor.

Büyük şirketlere çözüm küçük şirketler değil

Matt Bruenig

Matt Yglesias yazdığı bir makalede Amazon’un gerçekte bir ‘tekel’ olmadığını, tekel karşıtı birçok söylemin aslında ‘büyük şirket karşıtı’ söylemler olduğunu savunuluyor. Bu noktada Yglesias’a katılıyorum. Her tekel karşıtı, aynı zamanda dev şirket karşıtıdır diyemeyiz. Haliyle, eleştirilerin nereye varmak istediğini düşündüğümüzde bazı kafa karışıklıkları oluşuyor.

Büyük şirketleri eleştirenlerin entelektüel süreçlerini yıllardır takip ediyorum. Bilhassa Matt Stoller ve Barry Lynn gibi düşünürlerin kitaplarını okudum ve çeşitli temaslarımız oldu. Dolayısıyla bu kesimin felsefi yaklaşımlarının temeline dair birkaç satır yazmak istedim.

Büyük şirket karşıtları, aynı zamanda kapitalizm karşıtıdır diyemeyiz. Fakat sorunu tespit etme biçimleri, kapitalizm karşıtlarının yaklaşımlarıyla birçok noktada örtüşüyor. Geleneksel kapitalist sistemlere baktığımızda, az sayıda varlıklı insanın (kapitalist sınıfın), toplumun üretim araçlarını kontrol ettiklerini görüyoruz. Toplumun geniş kesimlerini oluşturan işçi sınıfının ise kapitalistler için çalışmak üzere teslimiyet içinde olduğunu, teslim olmayı reddetmenin
bedelinin ise aç kalmak olduğunu görüyoruz. Bu adaletsiz ve özgürlükten uzak toplumlaşma biçimi baskı kokuyor ve sömürüye açık bir hal alıyor.


Sosyalistlerin bu konuya sundukları çözüm mülkiyet hakkını kolektif hale getirmek ve toplumun üretim araçlarını kapitalistlerin elinden almak şeklinde özetlenebilir. Farklı şekilde ifade etmek gerekirse, sosyalistler azınlığın (oligarşinin) iktidarını değiştirip, yerine çoğunluğun (demokrasinin) iktidarını koymak istiyorlar. Bunu sadece hükümette değil, ekonomide de hayata geçirmek istiyorlar.

Büyük şirket karşıtlarının sundukları çözüm ise hem kapitalist sınıfı, hem işçi sınıfını dönüştürüp herkesi birer ‘küçük işletmeci’ haline getirmek. Bu türden bir dönüşüm, azınlığın iktidarını yıkıp, ‘hiç kimsenin iktidarına’ ya da ‘öz yönetim’ benzeri bir düzene geçmek anlamına geliyor.
Bu yaklaşımı ekonomik felsefenin içine serpiştirilmiş şekliyle farklı dönemlerde görmek mümkün.

BÜYÜKLER REKABETİ ÖLDÜRÜR KÜÇÜKLER BATAR

Thomas Jefferson’ın ‘küçük çiftlik ağası’ kavramında toprak sahibi, köle emeği kullanmayan, başlıca amacı geçimini sağlamak olan bir çiftçiden söz edilir. Jefferson bir dönem başlıca idealin bu olması gerektiğini düşünmüştür çünkü çiftçinin işlediği toprağın sahibi olması ve rant sahibi toprak ağasına bedel ödememesi esastır. Çiftçi kendi mesleğini yapar ve kapitalist işverenin baskısına uğramaz. Ürettiği mahsulü kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değerlendirir, piyasa oyuncularıyla münakaşa etmez ya da perakende aracılarıyla uğraşmaz.

‘Katolik dağıtımcı’ yaklaşımda da küçük aile çiftliklerinin ya da benzeri küçük işletmelerin desteklenmesinden söz edilir. Dağıtımcı yaklaşımın amacı sosyalizm ya da kapitalizmden ayrışan ‘üçüncü bir seçenek’ sunmaktır ve kapitalizmin mülkiyet hakkı yaklaşımları ile sosyalizmin tahakküm karşıtı yaklaşımlarını birleştirir. Bunun çözümünü de ‘küçük’ olmakta bulur. Herkes tek kişilik küçük işletmeler halinde hareket ederse kimse kapitalistlerin boyunduruğuna girmeyecektir. Dağıtımcılara göre bu ideale ne kadar yaklaşabilirsek, o kadar iyidir.

John Rawls’un fikirlerinden de söz etmekte fayda var. Rawrls’un adalet teorisi demokratik sosyalizm ve ‘mülkiyet demokrasisi’ ile çelişmez. Fakat ‘refah devleti kapitalizmi’ ile çelişki içindedir. Mülkiyet demokrasisi yaklaşımına göre üretim araçları küçük şirketler gibi yapılar vasıtasıyla toplumda eşit paylaşılır. Rawls, birçok benzer düşünürden farklı olarak bu yaklaşımın en azından teoride geleneksel kapitalizmin adaletsizliklerine çözüm olabileceğini tanır.
Tekel karşıtı birçok teorisyenin varmak istediği nihai noktanın bu olduğunu tanıdığımızda, birçok kafa karışıklığı da ortadan kalkmış oluyor. Lynn’in Serbest Piyasalar Enstitüsü’nde çerçevesi çizilen yaklaşımlara göre esas olan rekabet ya da düzenleyici gümrük vergileri değil, piyasanın küçük şirketlere açık olmasıdır. Lynn’ın en çok tekrar ettiği gözlemi, tekelciliği önleyici yasaların tüketici özgürlüğü düşünülerek tasarlandığı fakat ‘üreticinin özgürlüğünün’ göz ardı edildiğidir. Kast edilen, küçük işletme sahiplerinin iş sahibi olma özgürlüğüdür. Çünkü piyasada faaliyet yürüten ‘büyükler’ rekabeti öldürür, yeterince verimli olmayan küçük işletmeler batar.

Bu yaklaşımın cazibesini görmek güç değil. Anarşist teorinin cazibesi de buna benzer bir şeydir: sosyalizmin sunduğu eşitlik mümkün kılınır fakat kolektif yönetim kurumları (kooperatifler, işçi konseyleri, ya da parlamentolar) yoktur. Kimine göre bu kurumlar da yine kontrol ve baskı araçlarıdır ve kabul edilmeleri mümkün değildir.

YOK OLUP GİDEN CAZİBELER

Bana göre ise gerçekler ile soyutlamalar arasında bir çizgi çektiğimizde bu cazibe yok olup gidiyor. Bu konuya kafa yoran ve söyledikleri mantık çerçevesine oturan son kişi Jefferson’dı çünkü onun tarif ettiği çiftçi tüm faaliyetlerini sermaye piyasasının, iş piyasasının, emtia piyasasının dışında yürütüyordu. Çerçevesini çizdiğimiz bu tip bir çiftçinin ekonomik faaliyetleri gerçek bir izolasyon içinde, diğer ekonomik oyunculardan bağımsız bir biçimde değerlendirilebilir.

Fakat bu ideal, ancak izolasyon koşullarında gerçek olabilir. Endüstrileşme sonrası dönemde herkes bir başkası için üretim yapar hale geldi. Patronsuz çalışan küçük işletme sahipleri dahi müşterileri tarafından bir şekilde itilip kakılıyor.

Teknolojinin geldiği noktayı hesaba kattığımızda insanların çoğunun bir tür kurum çatısı altında çalışmak zorunda olduğu gerçeğinden kaçamıyoruz. Büyük şirket karşıtları müthiş başarılara imza atıp ülkenin dört bir yanında küçük firmalar açılmasını sağlayarak üretimi ‘tabana yaysa’ bile, bu şirketlerde çalışan insanların birçoğu işletmeci değil, işçi olacaktır.

Büyük şirket karşıları da bunu zaman zaman kabul ediyor, ancak yine de işçilerin ‘daha küçük şirketlerde çalışarak’ fayda elde edeceklerini öne sürüyorlar. Bunun doğruluğundan şüphe etmemiz ve daha da önemlisi, büyük şirket karşıtlarının belirledikleri tanımlara göre bu işçilerin ‘özgür olmayacaklarını’ da ifade etmemiz gerek.

Son olarak, sistemi büyük şirketlerden kurtaracak yönetim mekanizmasının neye benzemesi gerektiğini düşündüğümüzde, er ya da geç kolektif ve demokratik kurumlara bel bağlamamız gerektiğini fark ediyoruz. Bir tür devlet mekanizması oluşturulması ve şirketlerin ‘küçük kalması’ için denetim fonksiyonlarının yerine getirilmesi şart oluyor. Dolayısıyla yerinde yönetim ve öz yönetim yaklaşımlarının cazibesi, bir bakmışsınız merkezi bir denetçinin mutlak otoritesine, bu otoriterinin küçük işletmeciler adına diğer oyunculara baskı uygulamasına dayanmış.

Bunu başlıca başına ‘sorunlu’ bir durum olmak tanımak zorunda değiliz. Fakat şunu anlamalıyız: Büyük şirket karşıtı yaklaşımlara dayanarak teklif ettiğiniz sistemin uygulayıcısı yine merkezi ve demokratik bir otorite ise, dönüp dolaşıp sosyalizme kıyasla ‘önleneceğini’ düşündüğünüz kolektif yapıya bel bağlıyorsunuz demektir.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Jacobin