Polat Özlüoğlu’nun ‘kırmızı günleri’ni okurken sayfalar boyunca zihnimiz sarkaç gibi günümüze ve eski yıllara gidip geliyor. Kırmızı; dökülen kanların, çekilen acıların simgesi oluyor öykülerde

Büyülü gerçekçi öyküler

HÜLYA SOYŞEKERCİ

Edebiyatın kurmaca yapıtlarında, günlerin bir rengin çağrışımları içinde anılmasına dair birçok örnek vardır; ama bu konuda beni en çok etkileyen, düşünce ve düşler evrenine alıp götüren Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanıdır öncelikle. Düşle gerçeğin harmanlandığı; toplumsalın birey üzerinden dillendirildiği; zamanın kırılmalara uğrayarak bilincimde yankılandığı bu sıra dışı roman, içimde sürekli yaşattığım eserlerden biridir.
Genç öykücü Polat Özlüoğlu, ilk kitabı Günlerden Kırmızı ile edebiyat dünyasına oldukça başarılı bir giriş yaptı. O da Marquez gibi, günlerden birini “kırmızı” olarak nitelendiriyor. O gün başkadır diğer günlerden; o gün, aşkın ve tutkunun rengi değildir kırmızı; toplumun, insanların üzerine çöken müthiş bir karabasanın rengi olur birdenbire.

“İnsan, yeryüzünde anlam arayan tek varlıktır” der Albert Camus. Gerçekten, yaşadıkça karşılaştığı her varlığa, her nesneye, her sözcüğe, her renge… anlamlar yükler insan; o anlamlarla hayata bakar, taşları kendine göre yerine oturtmaya, yeryüzünü anlamlar üzerinden yeniden inşa etmeye başlar. Kimi zaman, mavide özgürlüğü görür, kimi zaman mordur rengi; kadın özgürlüğüne yön ve anlam verir bu renkle. İnsan için siyah; matem de olur; başkaldırının, itaatsizliğin, anarşizmin simgesine de dönüşebilir.

Polat Özlüoğlu “kırmızı günleri” anlatırken, acının, şiddetin, kıyımların, kötülüğün kol gezdiği karanlık bir dünyanın kapısını aralıyor. Sayfalar boyunca zihnimiz bir sarkaç gibi günümüze ve eski yıllara gidip geliyor. Kırmızı; dökülen kanların, çekilen acıların simgesi oluyor öykülerde. Toplumsal kırılma noktalarında yaşanan acıların büyülü gerçekçilikle buluştuğu bu öykülerdeki metin içi dünyanın, dil ve imgelerle etkileyici bir biçimde şekillendirildiği görülüyor.

Günlerden Kırmızı içindeki öykülerde toplumsal acıların, büyük travmaların insanî planda ince ince işlendiğine; acıların dil içinde derin bir psikolojiyle ifade edildiğine tanık oluyoruz. Kan kırmızısı katliamlar ve kıyımlar… Öldürülen kadınlar, çocuklar, bebekler, yaşlılar… En derin acıların, işkencelerin dip noktası… Orada dilin en kırmızı sözcükleri var; bazen de büyük bir suskunun iç söylemi… İnsan ruhunun en büyük çelişkileri… Kötülüğün kanla birlikteliği… Kırılmaların en ince noktaları… Her biri başka bir acıya açılan kırmızı ve derin labirentler… Polat Özlüoğlu, dil, renk ve insan psikolojisi arasındaki güçlü etkileşimin farkındalığı ile kaleme alıyor cümlelerini…
Kitaptaki öykülerin tümü, toplumsal ve bireysel planda yaşanan gerçeklerin kurmacaya dönüştürülmesiyle oluşturuluyor. Düşlere ve düşselliğe yer verilerek, acılara biraz olsun katlanmamız sağlanıyor. Acıların, kıyımların şiirsel bir dille ifadesi ve kötülüğün imgeler dünyasından süzülerek anlatılması durumu, yazarın bilinçli bir çaba içinde olduğunu gösteriyor: Toplumsal belleği edebiyat estetiği üzerinden tazelemek… En derin acılar, en büyük insanî dramlar da olsalar, hepsini edebiyata dönüştürerek, edebiyat metninin iç gerçekliği aracılığıyla onlarla yeniden yüzleşmemizi sağlamak…

Öykülerin her birini, anlam yaratan bir parça olarak düşündüğümüzde ve bu parçalar zihnimizin aynasında bütünlendiğinde, geçmiş yıllardan güncel gerçeklere uzanan toplumsal bir panorama ortaya çıkıyor. 12 Eylül işkencelerinden Cumartesi Annelerine, Maraş Katliamından gözaltındaki kayıplara gidiyor; günümüzde yaşanan derin acılarla sarsılıyoruz: Suriyeli göçmenler, evladını bombardıman altında kaybeden anneler, şiddet ve kıyımın kol gezdiği yıkık dökük bir coğrafyadan en yakıcı öyküler… Gerçek insanlar ve gerçek yaşantı parçaları… Büyük bir trajedinin en “karanlık -kırmızı” anlatımları… Beyaz Toros’la kaçırılanlar… Gezi Direnişinde yiten canlar… Ali İsmail, hep genç kalan gülümsemesiyle bakıyor uzaklardan, başka bir uzam/zaman boyutundan.

Yazar, farklı zamanlara ve farklı toplumsal dönemlere açılarak “faili meçhul” denen olguyu, ötekileştirilen yurttaşlara devletin derinliğinden yöneltilen şiddeti, ürpertici ayrıntılar üzerinden ifade ediyor. Eşitlik hukukunun, adaletin, vicdanın yok olduğu, yok edildiği bir sistemin en çarpıcı görünümlerini resmediyor.

Polat Özlüoğlu; Marquez, Cortazar, Rulfo gibi Latin Amerikalı yazarların toplumsal acıları dillendirirken izledikleri büyülü gerçekçilik yöntemini uyguluyor öykülerinde. Büyülü gerçekçilik içinde başka boyutlar kazanan olay ve yaşantılar; düşlerle gerçeklerin yan yana işlendiği öykü metinlerinin masalsı atmosferinde etkili ve güçlü bir edebiyat estetiğine dönüşüyor. Polat Özlüoğlu, metinlerinde doğaya, nesnelere, insan dışındaki varlıklara, kavramlara kişilik kazandırarak onları canlandırıyor; sanki bir dil şamanıymış gibi davranıyor yazarken. Kalemini sihirli değnek gibi kullanıyor; ancak bunu sadece hüner sergilemek ya da metni süslemek amacıyla değil; hakikate yeni boyutlar ve derinlikler kazandırmak maksadıyla gerçekleştiriyor. Kişileştirme sanatının yanı sıra mecazlar, benzetmeler, istiarelerle anlatıma güç kazandırıyor; dilin var olan anlamlarına yeni anlamlar ekliyor, böylece metnin yazınsal değerini yükseltiyor: “O gece dal gibi anamın yüreği ağzından, dili dudağından, canı içinden çıkmış. Ondanmış böyle gezmesi odalardan odalara kendini bilmeden, ondanmış böyle suskun tetikte ceylan gibi beklemesi pencerenin önünde, ondanmış böyle iğne ipliğe dönmesi, delik deşik giyinmesi, ondanmış böyle aklı uçmuş, yüreği dut gibi kurumuş gölgelere karışması, ondanmış böyle gözlerinin susuz kuyular gibi kararıp iki çukur olması. Her şey ondanmış yani. Abimin varla yokluğuymuş bütün bunlara sebep.” (s.22) Bu cümlelerde görüldüğü gibi, iç uyaklar, ses ve sözcük tekrarları, anlatıma şiirsellik, masalsılık, ezgi ve anlam zenginliği kazandırdığı gibi büyülü gerçekçiliğin metinsel derinliğini de arttırıyor. Metnin iç sesine kulak verildiğinde anlamların bu sesle birlikte çoğalıp genişlediği hissediliyor.

Öykülerde aşklar, ayrılıklar, kıskançlıklar, bunalımlar da yer alıyor. Bunlarda, bireysel olan olguların toplumsal arka yüzünü de görüyoruz çoğu zaman. Öykü finallerinin çarpıcı ve sürprizli olması, ruhumuzda iz bırakıyor. Düzayak anlamlar olmadığı gibi, dümdüz bir kurgu da yok Polat Özlüoğlu’nun öykülerinde. Dile getirdiği gerçeklerin farklılık kazanıp dönüşerek masalsı bir atmosfer içinde okuru etkilemesini ve toplumsal/bireysel yüzleşmelere yönlendirmesini yazarın önemli bir başarısı olarak değerlendirmek mümkün.

İnsanı gerçeğin yeni boyutlarına, renklerin, hayallerin farklı anlamlarına yükselten ve yoğun imgelerle dolup taşan bu öyküleri ilgiyle okuyacak; iç dünyanızda yaratıcılığa bakan yepyeni bir öykü penceresinin açıldığını fark edeceksiniz.