Baha Bey sırtında ince bir ürpertiyle uyandı. Yatağın içinde doğruldu. Yarı açık gözlerinde hâlâ şaşkınlık vardı. Sırtını yatakbaşına dayadı ve bu coğrafyanın pek çok insanı gibi, “hayırdır inşaallah” deyip gördüğü düşü yorumlamaya çalıştı.

Düşler aleminin en lacivertinde, açık mor bir gömlekle bir kürsüde idi. Binlerce göz üzerinde, ağzından çıkacaklara odaklanmıştı.

Baha Bey düşünde bir muhalefet partisi lideriydi. Büyük kongrede partililere ve konuklara hitaben konuşuyordu.

Bunu nasıl hayra yormalıydı? İyi bir şey miydi başına gelen kötü bir şey mi?

Kürsüde dik duruşu, insanların ilgi odağı olması, akıcı söylemi doğrusu hoşuna gitmemiş değildi hani. “Vay canına! Baha sen neymişsin meğer”diyerek yatağın içinde daha da dikleşti.

Konuşması kendinden emin, hor görüsüz ama biraz otoriter ve küstahçaydı. Dinleyici kitlesi konuşmadan etkilenmiş gözüküyordu.

Bir önceki kongreden bu yana üç yıl geçmişti. Üç yıl bir yığın hata ve yanlış yapıp gırtlağına kadar yolsuzluğa bulaşmış iktidar için ne kadar kötü geçmişse muhalefete de o oranda fırsatlar sunmuştu. Ancak görülen o ki muhalefet bu fırsatları değerlendirebilmiş değildi. Bütün bunları düşünürken içi kararan Baha Bey içini dışına yansıtmamayı becererek, yüzünde müstehzi bir gülümseme ile; “Söyleyin bakalım, buraya üç yılın muhasebesini yaparak mı geldiniz?” Kitleden önce üç-beş, sonra beş-on daha sonrada giderek kuvvetlenip,sayıları yüzleri bulan bir “Evet” sesi yükseldi. Baha Bey, “Sizi yalancılar”dedi yine gülümseyerek. Kitle nedense bu sözlerden alınmıyor tam tersine onlarda liderlerine gülümsüyorlardı.

“Neyse, bu da bir ilerlemedir. Yalansız bir saati geçmeyen yalanla yatıp yalanla kalkan bir iktidar her geçen gün ayakta durabiliyor ve üstüne üstlük biz muhalefete diklenebiliyorsa yalanın etkisi yadsınamaz olsa gerek. Mahcup da olsa söylediğiniz yalanı ilerisi için olumlu bir işaret olarak kabul ediyorum.”

Baha Bey kendi söylediklerine inanamıyordu. Gerçekten böyle mi düşünüyordu? Düşler bilinçaltının bir parçası mıydı yoksa? Peki diyelim ki kendi böyle düşünüyor, lakin o karşısındaki binlerce insan, onlar niye hiç tepki vermiyordu? Onlar da mı aynı düşüncedeydi.

Shakespeare, ‘soyulan gülebiliyorsa hırsızdan bir şey çalmış demektir’ derken acaba böyle bir şeyi mi kastetmişti.

Şüphesiz dünyaya gelen her yürek bir cevherdir. Ancak bu kadar düşük tenörlü cevherin yeryüzünde işi neydi? Bırakın, toprağın altında kalsındı. Hem de sonsuza kadar.

Yataktaki Baha Bey ile düşteki Baha Bey bir düş yorumu içinde birbirlerine ters düşmüşlerdi.

Baha Bey alt üst olmuştu. O mu rüyasını yorumluyordu yoksa rüyası mı onu?

Gün ağarmak üzereydi. İşlenmiş perdenin aralarından günün ilk ışıkları yatağın ucuna kadar gelmekteydi. Kafasını karıştıran gerçeğe çok kırgındı Baha Bey. Kırılmıştı ama bu düş kırıklığı değil, gün kırıklığıydı. Işıyan günün çıplaklığı, çıplak gerçeklikti onu kıran.

İşte salondakiler ve dışarıdakiler, hepsi aynı fırındaydı. Düzenin, tüm değerleri, düşünceleri, adaleti, özgürlüğü, eşitliği eriten fırınında. “Neden?” diyordu Baha Bey, neden bir fırıncı küreği gibi çekip almak varken herşeyi fırından, bir fırıncı rolüne soyunup korlara teslim ettim her şeyi.

Güneş yükselirken o hâlâ düş ile gerçeğin ince çizgisindeydi, ne o tarafa ne bu tarafa geçebiliyordu. Şimdi düşündeki binlerce göz bedeninde binlerce çakıl taşına dönüşmüştü. Taşlaşıp kalmıştı. Artık onu ancak çakıl taşlarının hayat bulması kurtarabilirdi. Aynı zamanda her biri aynı düşün aktörleri olan çakıl taşlarını da...