Bundan 10-15 yıl önce Gezi’ye de damgasını vuran bir kültürel gelenek için Ankara havası, Müslüm Gürses, hattâ Neşet Ertaş dinlemek “kıroluk”tu. Keza bir dönem postmodernizmi tümden silmek de modaydı

Çamur, Gaye Su Akyol ve popüler kültüre methiye

FERİT BURAK AYDAR*

Rezillikte dibe vurmuş bu ülkede nereye, ne kadar baktığınıza göre mutlusunuz. Bu topraklar heykelden tahrik olacak kadar sapıkları da çıkarıyor, Matematik Köyü diye bir güzelliği yaratacak insanları da; Mustafa Ceceli ile Acun’u da çıkarıyor, Çamur ile Gaye Su Akyol’u da, Umut Sarıkaya ve Hayko Cepkin’i de.

Bir dönem popüler kültüre ait olan her şeyi “kitsch” diye elinin tersiyle iten, yüksek kültürü (o hangi mertebedeyse artık) başlı başına değerli gören bir düşünce entelektüel dünyada pek muteberdi. Mesela Celal Şengör’ün (filmlerini doğru düzgün izlemediği) Kemal Sunal’ı silmesini meşrulaştırmaya çalışırken İlber hocanın komediye örnek diye Charlie Chaplin’i vb. zikretmesinin ve aklına komik karakter olarak ders anlatan Celal Şengör bile gelirken tek bir güncel Batılı popüler kültür öğesi gelmemesinin temelinde bu miras alınmış ideoloji vardı. Düşünsenize Avrupa’da bugün hâlâ sadece Şarlolara gülündüğünü?! Neyse ki bu hayatta en azından bazı saçmalıkların ömrü kısa oluyor.

Popüler kültür sırf halka ait olmasından ötürü kötü ya da sanatın kötü bir taklidi değil elbette. Bugün yüksek kültür ürünü kabul edilen birçok klasik eser popüler, hattâ popülist eserler olarak doğmuştur (mesela genel itibariyle roman türü); ama bunun dışında her popüler olan popülist değildir. Tersine, bazı popüler kültür öğeleri sanattaki en son yenilikleri takip ediyor ve bilinçli ya da bilinçsiz üretip yeniden üretiyor. Gerçi bunların hepsi yeterince popüler (halka mal) olamıyor, ama belki böylesi daha güzel.

Sözgelimi Çamur grubu bir popüler kültür öğesi olarak o kadar popüler olamadı ki … dağıldı! Oysa sonradan solisti Murat Ak’ın dizi müziklerinde yer aldığı Behzat Ç.’de cisimleşen “gerçekçi küfür” öğesini müziğe yedirmiş bir gruptu Çamur. Behzat Ç.’den önce televizyon dizilerinde küfür pek yer almazdı; herkes ağdalı bir Türkçeyle konuştuğundan ya da terbiyeli olduğundan değil, zamanın ruhu bunu gerektirdiğinden, geçmişin mirasından ötürü böyleydi (fuck’ın lanet diye çevrilmesi malum).

Çamur’un kendi çapında bir alt-kültür oluşturmasının nedeni sanırım buydu, zira sonrasında Gezi’de cisimleşecek olan bir gençlik kuşağının duygularını (duygularının iniş çıkışlarını, kıstırılmışlığını, Batı ile Doğu arasında gidip gelmesini) ve küfürbazlığını (Gezi’nin başlarında sloganlardan çok küfürlü tezahüratların baskın olmasını hatırlayın) iyi ifade ediyordu. Çamur ilk andan itibaren arabesk tınısını hissettirir, ama Batılı hava arabeski geri plana iter. Şarkı sözleri çağdaş sanatın kodlarına fazlasıyla uygundur. Aşk o rahatsız edici kibarlığından kurtulmuştur. Öyle ya, hangi insan yoğun duygularını kibar kibar yaşar ki! Doğası gereği, cıvık bir duygusallık ile içi boş radikallik iç içe geçer. İniş çıkışlar belli bir noktada küfre itekler. Çamur bu açıdan son derece gerçekçidir: “Bazen bir itin duası tutar ya”, “bize demişler serseri, severim onları” (muhtemelen burada sevmiyor) veya sonradan “Aksak” şarkısındaki gibi tabirler bahsi geçen alt-kültüre seslenmesinde kilit öğedir.

Gaye Su Akyol bir açıdan onun bıraktığı yerden devam ediyor. Her şeyiyle terbiyeli, önü ilikli Türk Sanat Müziği’nin ezgisini alıp halka (avama?) ait öğelerle katıştıran bir müzik yapıyor.

Aristoteles tragedyayı, tıpkı manzum destanlar gibi, üstün insanları konu alan bir sanat türü olarak tanımlar. Trajediyi sen ben değil, alnındaki yazısı krallık olan insanlar yaşar; sen ne kadar büyüksün ki, düşüşün trajedi oluşturacak kadar büyük olsun! Tragedyanın bu kuralları nasıl ki sonradan yok sayıldı ve tragedya popülerleşti, halka “indi” ise; sanat müziğin(d)e de aynısını Gaye Su Akyol yapıyor. Türkiye’de sanatta belli kurallar ya da teamüller vardır: Operaya papyon takanlar gider (daha doğrusu öyle sanılır), tiyatro (Muhsin Ertuğrul öyle yerleştirdi diye) sessiz sedasız izlenir, arada alkış tutulur; sanat müziği ya da klasik Türk müziği de geleneksel olarak rafine kulaklara hitap eder, kalıpları edeplidir, dili ağdalıdır, hattâ tipi de öyledir – Hayko Cepkin gibi bir sesin konservatuarda (“musiki âleminde”) barındırılmamasını nereye koymalı?

Gaye Su Akyol bu kanonun altını oyar: “Aşkını acısını bacısını darağacına / Asmak mı gerek”, “Taş kafasına tatlı dil kâr etmiyor / Köşk-ü sefa bile beyimize yetmiyor/ Abbas yolcudur anam”, “Özü kabahatini bilmez / Lütfuna da erişilmez / Develerle yaşıyorum”, “Fantastiktir bahtı yârimin / Yol yordam bilmez / Bilmez laga luga”… Bu tarz, eski müziği parçalayıp korunması gereken değerlerini yeniden üretiyor; Harold Bloom’un Lacan’dan alıp şiire uyguladığı terimle söylersek, bir tessera ilişkisi kuruyor. Birbirine uzak, hattâ karşıt görünen öğeleri birleştirip senkretik bir bütün oluşturuyor ve bugünün dinleyicisine ulaştırıyor.

Bunun yakıcı bir ihtiyacı karşıladığına şüphe yok, zira değerler değişiyor. Bundan 10-15 yıl önce Gezi’ye de damgasını vuran bir kültürel gelenek için Ankara havası, Müslüm Gürses, hattâ Neşet Ertaş dinlemek “kıroluk”tu. Keza bir dönem postmodernizmi tümden silmek de modaydı. Zamanın ruhu bazen güzeli bazen kendi bildiğini sevdiriyor, ama her halükarda tınıların, duyguların döneme uygun olarak yeniden üretilmesi gerekiyor. Bu yüzden farklı biçimleri, tarzları, kültürleri vb. birleştirirken eklektik bir kıvamdan kaçınabilmenin “her zaman gideri var”. Sahi, Çamur diye bir grup vardı, n’oldu ona?

*Çevirmen, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları Editörü