Bu röportajda okunacak kişi, ‘isteyene sohbet’ in önde gelenlerinden biri. Kendisinin tanınmasının saçma olacağını düşünecek kadar yüksek.

Canın gerçekten ne istiyor? Önce bunun cevabını bulman gerekli

EZGİ ÇELİK - e.ezgicelik@gmail.com

“Öğrenip öğrenip, okuyup okuyup, yaşayıp yaşayıp, unutup unutup, sonra da geriye kalan bilgidir” diye yazmış bir Ekşi Sözlük yazarı, ‘genel kültür’ün tanımı olarak. Bir diğer yazar daha snob: “Öğrenmeye kasmadan öğrenilen şey.” Aşırı gerçekçi bir yazar, “Para ödüllü televizyon yarışmalarında nakde çevrilmezse yazık olan beyin yükü” diyerek okuyucuyu silkeliyor. Seç, beğen, al yöntemiyle siz de kendinize en uygun olan tanımı seçebilirsiniz. İş ki tanımını yaptığımız şeyin içini doldurabilelim. Bilgi, her insanı bir yerden gelip buluyor. Gelen bilgileri çöp gibi bir kenara fırlatmayan, hayatın içinde kullanabilen insan türüne; ‘voovv, genel kültürlü’ diyoruz.

Buruşturup, çöpten bile beter edenlere ise ‘kültürsüz’. Çöpten beter edenleri saygı ile selamlıyor, ‘başka bir yazıda görüşmek dileğiyle’ diyorum. Kültürlüler! Size sesleniyorum! Hep kendiniz yapmadınız bunu herhalde, oku ve çalış yöntemi ile? Birilerinden yardım aldınız. Ki en keyifli zamanlarıdır, kültürlenme sürecinin. Birileri ile karşılaşırsınız hayatta. Onlar kültür sürecinden mezun olmuştur. Şimdi isteyene ders veriyordur. Derslerin adı ‘sohbet’ olur genelde. Sonraları hem müthiş keyifle hem de hafif bir sinirle hatırlanır o sohbetler. Çünkü tüm inekleme döneminizden daha fazla yer eder o sohbette edindiğiniz bilgiler.

İşte bu röportajda okunacak kişi, ‘isteyene sohbet’ in önde gelenlerinden biri. Kendisinin tanınmasının saçma olacağını düşünecek kadar yüksek , “Şimdi anlatacağım ama sonra bir daha konuşuruz, çünkü hepsinden vazgeçebilirim, sonuçta insan değişiyor” diyecek kadar özgür ruhlu biri. Yirmi yedi yıl üniversitede hocalık yapmış. Hâlâ Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde derslerine devam etmekte. Hem eşi Savaş Dinçel, hem de kendi arkadaş çevresi sebebiyle her anı sanatın göbeğinde geçmiş biri. Kültür denen şeyi zaten mumla aradığımız şu dönemde, böyle birini bulmak imkânsıza yakın. Ağır kargaşa içindeyiz. Her yerden bilgi akışı, uyarıcı saldırısı var. Bunların kıymetini biliyoruz ama fazla kıymetten de, gerçekliği yitiriyoruz. Kim doğru, neden doğru karıştırıyoruz. Saf bilgiye ulaşmadan, yorumlamaya geçiyoruz. O zaman duralım biraz, dönelim en başa, ilkokulda parmak kaldırır gibi tek tek soralım soruları. Etrafta neler oluyordu, neden oluyordu, sanatımıza sepetimize kim ne koyuyordu, tek tek anlayalım.

Ve en kıymetlisi, Ekşi yazarlarına da ithaf olsun, öğrenmeye kasmadan öğrenenin en kraliçesinden anlayalım. Ve Sumru Dinçel.

> Önce tanışsak mı? Bu sanatla ve hayatla ilişki nasıl başladı?
Şimdi ben hiçbir zaman öyle iradesi kuvvetli, bir şeyi önceden kafası koyan, planlayan, sonra da hayata geçiren biri olmadım. Hayat getirdi genellikle, ben çok ciddiye almadım. Dolayısı ile sanatla da mesela, öyle organik bir ilişkim yok. Lise bitince, arkadaşlarla üniversite sınavına girdik hep beraber. Herkes nereyi yazıyorsa bende orayı yazdım, Alman Dili ve Edebiyatı’nı kazandım. Yirmi yedi yıl üniversitede hocalık yaptım. Bu sıralarda sanatla ilişkim vardı tabii. Pasif ilişki, herkeste olan yani. Bir şeyler okumak, müzik dinlemek… Ama sanatla ilgili çok arkadaşım oldu ve sonrasında Savaş’la evlendim. Daha önce de tanıdığım tiyatro dünyasına Savaş’la birlikte iyice girmiş oldum böylece.

> Tiyatro öğrencilerine hocalık nasıl başladı?
Savaş’la evliliğim sırasında Müjdat’la (Gezen) tanışmış oldum ve çok yakın olduk. Müjdat’ın okul açmak gibi bir hayali vardı, bunu gerçekleştirdi. Bana da gel dedi. Başladık.

> Peki neden sizi tanımıyoruz? Kendinizi saklamanızın özel bir sebebi var mı?
Hiç sevmem. Ortada olmayı hiç sevmem. Kendi açımdan rahatsız edici buluyorum. Bu demek değil ki başkalarını eleştiriyorum, ama kendimle ilgili ‘ey ahali, bakın ben buradayım’ demeyi gülünç buluyorum.

> Neden?
Hocalık işine tesadüfen girdim, bu çok çelişkili bir şey. Ben bir şeyler anlatıyorum çocuklara ama en büyük korkum, üç sene sonra bir tanesinin çıkıp “Hocam, siz demiştiniz ki” demesi. “Eyvah” diyebilirim, “Acaba ben bu çocuğa ne demiştim.” Çünkü sonra geri alma huyum da var. İnsan değişiyor, düşünceleri de değişiyor. O yüzden net, kesin ifadeleri, ahkâm kesmeyi komik buluyorum kendi adıma.
Peki, bu röportaj çıkana kadar fikrinizin değişmemesini umarak soruyorum. Sizce şu an nasıl bir çağdayız?
İçinde bulunduğumuz çağ, çok yeni. Ve bu çağ kapitalizmi kaldırmıyor artık gibi görünüyor. Sosyal olaylar, gündelik hayatımızda yaşananlar, Gezi Parkı… Bunlara bakıldığında alternatif bir yapılanma söz konusu olduğu anlaşılıyor. Dünya da bu şekilde. Toplumlar tekrar biçimlenmeye başladı. Bu sanat yapmayı da dönüştürecektir tabii ki.


> Sanat ve politikanın ortak bir yanı olabilir mi?
Aslında kelime çıkışı itibarıyla ortak, ikisi de ‘beceri’ demek. Ama bireysel olarak bakıldığında, en ilkel haliyle bakmalı insan ve sormalı; “Sanat bana ne yapıyor, politika bana ne yapıyor?”. Sanat, çoğaltıyor, özgürleştiriyor. Çok klasiktir ama doğrudur bu. Politika ne yapıyor, boğuyor, sıkıyor. Kendince bir sanat empoze ediyor.

> Sanat neden özgürleştirir?
İnsanın potansiyeli, yarattığından çok daha fazladır. Bu yüzden de hep bir ihtiyaç içindedir. Einstein keman çalmış durup dururken, bir ihtiyacı vardı demek ki. Bir tane gariban hayatımız var ve burada ölümlülük bilinciyle yaşayan bir canlı olarak, işte sanatla o tekil varlığından dışarı çıkıyorsun, çoklaşıyorsun. Başka hayatları görüyorsun. Sevdim diyorsan onlara katılıyorsun. Belki de bireysel hayatında hiç gerçekleştiremeyeceğin şeyleri gerçekleştirebilir hale geliyorsun, inceliyorsun sanatla, rafine hale geliyorsun. Ve bence gizil güçleri de harekete geçiriyor. Somut örnek vermek gerekirse, Aziz Nesin için denir ki ‘Herkesin söyleyeceği şeyi söylemiş’. Ama sen söyleyememişsin işte. O kadar yalın, sade ve mizah dolu söyler ki O, evet işte bu dersin. İşte gizil güç budur.

> Acaba bu dönemde böyle gizil güçlü, yol gösterici insanlara mı ihtiyaç duyuyoruz? Şamanların iyiyi arayan büyücüleri şimdi kim olurdu mesela?
Brecht’in Galileo oyunu vardır. Orada öğrencisi Galileo’ya der ki; “Kahramanı olmayan halklara yazıklar olsun.” Galileo da der ki “Kahramana ihtiyacı olan halklara yazıklar olsun.” Bir büyücü beklemekten vazgeçelim, çok büyücü var.

> İnanç ne demektir?
‘Bilmek’ kavramının olmadığı alanlarda kullanılan bir şeydir. Yüzde yüz bildiğin bir şeye inanıp inanmaman söz konusu değildir. Ama bir ihtiyaçtır. Din, Allah inancı değil sadece, bir insana da inanmayı isteriz. Hatta dışarı çıkacaksak, yarın havanın güzel olacağına inanmayı isteriz. Aynı zamanda ölümlülük halinin de beslediği bir şey inanç. Korku. Sonunun olması. Bu bilgilerin de beslediği bir şey. Yönetimlerin eline geçtiğinde, tehlikeli bir şey de olabilir. Üretim tarzlarının bunu nasıl kullandığıdır esas olan. İnanç, sanat… Bunlar üst yapı kurumlarıdır aslında.

canin-gercekten-ne-istiyor-once-bunun-cevabini-bulman-gerekli-51514-1.

Durumdan etkilenirler ya da durumu etkilerler. Örneğin bizde politikanın etkisiyle din, inanç kavramları çok sık bir araya gelmeye başladı ve şekil değiştirdi. Din insanı ehlileştirirken, iyi insan olmayı öğretirken, ‘Oh, namazımı kıldım, hacca da gittim rahat rahat avantamı görürüm’ deyince dinin içi boşaltılmış, özü kaybolmuş oluyor tabii. Şekli ne kadar sertleştirirsen, özden o kadar sıyrılırsın. Yani sonuç olarak inanç, süreçlerden etkilenebiliyor, değişebiliyor.

> Birçok ülkeye göre, toplum olarak politikayı çok fazla takip ediyoruz. Hatta bilmeyenleri ayıplıyoruz. Bu gerekli midir?
Diğer ülkelerde insanlar sistemine güveniyor ve bilme gereği duymuyor. Hayati bir kaygısı yok. Biz belirsizlik çağı yaşıyoruz. Sendikaların yok, işçi hakların yok, işin bugün var ama yarın ne olacağı belli değil, belirsizsin. Kentsel dönüşüm başlamış ülkende, deprem bölgesi. Fakat o kadar dümen dönüyor ki evinden emin değilsin. Vahşi bir sistem. Bu bütün gündemi, ilişkilerini, takip ettiklerini etkiler. Ama ben bunu önemsiyorum. Çünkü bunlar bana ne yapıyor diye bakmak lazım. Bir de bizim gibi toplumlarda hem fiziksel hem ruhsal anlamda canın çok yandığı için, bakıp anlama süreci de hızlı oluyor. Bunun kültürel anlamda da katkısı büyük. Bizim entelektüellerimiz, sanatçılarımız çok renklidir mesela. O kadar çok kaostan geçerek, çabayla kazanılır ki her şey, yolda renklenirler.

> Şu an sokakta sanatla ilgilenen nasıl bir nesil var sizce?
Bu enformasyon çağının içinde yaşayan bir nesil var. Ben de kısmen ordayım ama geçmişim çok farklı elbette. Gençleri anlamaya çalışıyorum. İşlerinin zor olduğunu düşünüyorum. Bizim neslimizde de, bizden öncekilerde de yaptığın��n karşılığını alabilme durumu vardı. Bu insanın heyecanını artırır, estetik duygunu geliştirir. Sen toplumsal bir varlık olduğun için, senin emeğin, rüyan gerçekleşebiliyorsa, karşılık görüyorsan, zevkin gelişir, yaratıcılığın artar. Şimdi toplumsal olarak böyle bir durum yaşanamıyor. O yüzden de zihinler hep sallanıyor. Neye inanacağını, heyecan duyacağını bilemiyor gençler. Bu kötü bir şey demek değil. Bu başka bir şeye de dönüşebilir, dönüşecektir.

Örneğin Gezi’de, bütün gençler unutturulan duyularını harekete geçirdi. Can vardı orada, canlılık vardı. Zevk vardı. Biyolojik varlığını realize etti herkes orada. Minnacık bir kız, kocaman bir oğlanı taşıdı. Yani araç, ortam, neden olunca, kafanla ruhun uyuşunca, toplumda karşılık bulursun. Sanatta da yarattığının karşılığını bulmaya başlarsın. Ama gençler ‘canım ne istiyor’un cevabını bulsunlar önce. O cevabı bulmak çok gerekli.

> Sizin meşhur bir soğan benzetmeniz var. Bunu anlatır mısınız?
Bir sanat eseri katman katmandır. İşte orada soğana benzetirim. Bir cücüğü vardır, etrafında da katları. Senin katın neredeyse soğanın o kabuğuyla irtibata geçersin. Bir çocuksan, sana bir şey anlatılıyorsa birinci kabuğunu soyarsın. Hayatta bazen o cücüğe gelirsin, bazen de gelemezsin. İşte biraz önce bahsettiğim, sanatta rafine olmaktan kastım bu. Mümkün olduğu kadar katmanlaşmak. Sanatta özgürlük ve sonsuzluk duygusu böyle bir şey.

“Ukalalık, yer yer faydalı bir şeydir.”