Serfirâz Hanım, bir yılda tek başına bütün sarayın bir aylık masrafının yedi katından daha fazla para harcıyordu. Tanıkların yazdığına göre bu harcamalar, “padişahın namusuna halel getirecek...

Kimi lider eşleri tarihe güzelliğiyle, kimi zekasıyla, kimi de müsrifliğiyle geçmiştir. Serfirâz Hanım bu sonunculardan. O Sultan Abdülmecid’in eşiydi, daha doğrusu çok sayıdaki eşlerinden sadece biriydi. Bu hararetli rekabet ortamında Serfirâz, yalnız müsrifliğiyle değil, çapkınlığıyla da öne çıkmıştı. Adı halktan isimlerle dedikodulara karıştırıldığı halde saraydan dışlanmaması çok şaşırtıcıdır. Acaba Sultan Serfirâz’ı neden gözden çıkaramıyordu? Bu nasıl tutkulu bir aşktı ki, Serfirâz devlet hazinesini sarsan harcamalarına ve uygunsuzluklarına rağmen cezalandırılmadığı gibi her zaman haremin en gözde kadını olmayı başardı?

Şimdi bu soruların cevabı için o devrin canlı tanıklarından Cevdet Paşa’nın hatıratına biraz daha yakından bakacağız. Ancak bunun için dönemin tarihini bilmek ve ruhunu anlamak gerek. 1853-1856 Kırım Savaşı yıllarında İngiltere ile tarihimizde ilk ve son kez çok sıkı-fıkı olmuştuk. Bu yakınlaşmayla beraber modernleşme süreci de hız kazanmıştı. Bu tarihe kadar kadınlar sokaklarda, eğlence mekânlarında hiç görünmezdi. Halbuki savaş yıllarında kadınlar üzerindeki ağır baskı gevşetilmişti. Çarşaf mecburiyeti kaldırılmış, artık sokaklarda yüzlerini şeffaf bir peçeyle örterek rengârenk feracelerle dolaşmaya başlamışlardı.

Tarihin bu döneminde İstanbul’da mesire eğlenceleri âdeta salgın halindeydi. Zengini-fakiri, soylusu-soysuzu her fırsatta Göksu, Çamlıca, Kağıthane v.s. gibi malum yerlere koşuyor, bugünü diliyle söyleyecek olursak ‘piknik’ yapıyordu. Aslında bunlar gayet masumane eğlencelerdi. En şık giysiler giyilir, en ağır takılar takılır, bakımlı atların çektiği pahalı faytonlara binilerek genellikle bir su kenarına gidilirdi. Bütçelerine göre kendi müzisyenleri ve hizmetkârlarıyla kalabalık bir halde gelenler arasında tabiatıyla gösteriş yarışları yaşanırdı.

Serfirâz Hanım da bu modaya kendini kaptıranlar arasındaydı. Sultan Abdülmecid onu biraz ihmal etse, içe kapanıp hayata küseceğine, tersine kendini eğlenceye vururdu. Aralarında dargınlık çıktığı vakit padişahı köşküne dahi sokmaz ama inanılmaz harcamalara girip Sultan’ı borçlandırarak ilgisini çekmeye çalışırdı. Malûmunuz Yıldız Sarayı’nda yaşardı. Sultan Abdülmecid’e ikisi erkek olmak üzere üç evlat (Şehzade Osman Safaeddin, Şehzade Süleyman, Bedia Sultan) doğurmuştu.

Abdülmecid’in kendisine olan düşkünlüğünü kullanarak istediğini yapar ve dilediği yere giderdi. İşte bu başına buyruk eğlencelerden birinde tanıştığı, lakabı “Küçük Fesli” olan Tarabyalı Ermeni bir müzisyene gölünü kaptırdı. Ancak ilişkisini fazla saklayamadı, bütün İstanbul bu “rezaleti” konuşuyordu. Dedikodular saraya kadar gelince haliyle çapkın çalgıcının peşine azrail düşmekte gecikmedi. Beyoğlu’nda bir kahvede otururken bir Hırvat silahşorun kurşunlarına hedef oldu. Ama ölmedi, ardından ailesi tarafından Adalar’a kaçırıldı. Bir süre buralarda oyalandıktan sonra nihayet gizlice İstanbul’a dönüp Beşiktaş’a yerleştiyse de çok geçmeden teşhis edilip burada iki kişinin bıçaklı saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Ölmeden önce kendisini Serfirâz Hanım’ın adamlarının vurduğunu söylemesi üzerine, ailesi İstanbul’daki İngiltere, Rusya ve Fransız elçilerine başvurarak hak aramaya çalıştıysa da, mesele daha fazla büyütülmeden kapatılmıştı.

Hanımefendinin gönül cephesi böyle, şimdi gelelim harcamalarına. Ölçüsüz israf aslında yeni hayat tarzının sonucuydu ve hatta gereğiydi. Yalnız Serfirâz değil saray kadınlarının hemen hepsi yakayı bu illlete kaptırmıştı. Gelirine göre harcama yapmak yerine, piyasaya borçlanarak ödenekleri üzerinde bir yükün altına girmeye başlamışlardı. Masrafların artması, hazinenin açık vermesine ve mevcut nakitle idare edemez hale gelinmesine neden olmuştu. Mesela Serfirâz Hanım bir yıl içinde piyasaya 125 bin kese (1 kese 500 krş: 625 bin lira) borçlanmıştı. Bu meblağın boyutunu anlamak için, bir önceki Padişah II. Mahmud dönemiyle karşılaştırmalar yapmak gerek: Mesela Mahmud döneminde sarayın aylık harcamaları bin keseyi (5 bin lirayı) aşmazdı. Oysa Abdülmecid devrinde sarayın masrafları 20 bin keseye (yani 100 bin liraya) fırlamıştı. Bu dökümden anlaşılacağı gibi Serfirâz Hanım, bir yılda tek başına bütün sarayın bir aylık masrafının yedi katından daha fazla bir borcun altına girmişti.

Serfirâz’ın harcamaları, Cevdet Paşa’nın yazdığına göre “padişahın namusuna halel getirecek” noktalara varmıştı: “Zatı-ı şahane bu karıya pek ziyade meftûn ve mecburdu. Ol-fettanenini dahi etmediği kalmadı. Masraflarına hazine değil, cümle âlemin hazinesi dahi kifayet etmezdi. Zatı-ı şahane kendini bu kadından alamıyordu. Ama öte yandan onun için yaptığı masrafları diğer karılarına da yapmak mecburiyetinde kalıyordu. Onlar dahi birbiriyle inadına yarışa çıkar gibi israfa düşüp hazineyi iflasa çıkardılar.”

Cevdet Paşa’nın vermiş olduğu bu bilgiler, dönemin bir başka tanığı Kıbrıslı Mehmed Paşa’nın eşi Melek Hanım tarafından da doğrulanmaktadır: “Sultan Abdülmecid’in sayısız kadınlarına duyduğu aşk ülkeyi yıkıma götürüyordu. Kadınları istedikleri zaman her türlü kaprislerini neye mal olursa olsun tatmin ediyorlardı. Kaprisleriyle padişahtan en pahalı armağanları alabiliyorlardı. Elmaslara boğulmuş ve neredeyse hanımları kadar görkemli giysiler içindeki kölelerle çevrili bu kadınlar, sokağa her biri bütün donanımıyla birlikte yaklaşık 900 bin kuruş değerindeki arabalarla çıkıyorlardı. Dairelerindeki eşyalar sürekli yenileniyordu. İki yıl içinde sarayın eşyaları dört kez baştan aşağı yenilenmişti. Kendilerine karşı çok iyi davranan efendilerinin sadakatleriyle ödüllendirmek şöyle dursun, hemen her yere peçesiz gittikleri ve gençlerle senli benli şen şakrak konuşmalar yaptıkları görülüyordu.” (Melek Hanım / Haremden Mahrem Anılar).

Sultanlar ve padişah kadınları, bu dönemde Avrupa, özellikle de Paris modasının etkisinde kalarak büyük bir lüks yarışı içine girmişlerdi. Galata ve Beyoğlu’nda yerleşmiş olan yerli ve yabancı tüccarlar tarafından ayaklarına kadar götürülen giyim-kuşam, kozmetik, mefruşat kapış-kapış gidiyordu.

Hazine masraflarının, dolayısıyla borçlarının bu kadar yüksek olmasının bir nedeni de bu dönemde gerçekleştirilen sultan düğünlerinin 1001 Gece Masalları’nı andıran büyük bir ihtişamla kutlanmasıydı. Bunun yanında çeyizlerde gereksiz yere pek çok lüks harcama yapılıyordu. Ayrıca İstanbul’un ve Boğaz’ın çeşitli sayfiyelerinde yapılan saraylar, köşkler, kasrlar, yalılar, konaklar ve bunların tefriş ve bakım masrafları önemli giderler arasındaydı.

1857 yılına gelindiğinde saraylı hanımların müsrifliği yüzünden devletin borçları 1.5 milyon keseye (7.500.000 liraya) ulaşmıştı. Bu utanç verici yükün bir kısmı, bankerlerinden yüzde 45 gibi fahiş bir faizle alınan borçlardı. Halbuki aynı dönemde Avrupa’da borçlanma faizi yüzde 4-5 dolaylarındaydı. Gelelim sadede; Serfirâz Hanım’ın bu yaşantısına bakıp da onun akıbetinin çok kötü olduğunu tahmin ediyorsanız yanılırsınız. Tersine, çok iyi ve çok uzun yaşadı, ne yaptıysa yanına kâr kaldı. 1905’te öldüğünde görkemli bir törenle Yahya Efendi türbesine gömüldü.