Cem Karaca’nın yalnızlığı…

MURAT MERİÇ @PopDedik

Cem Karaca, 1978 yılında, “yeni” grubu Edirdahan’la “Safinaz”ı yaptığında, bunun uzun bir süre için Türkiye’de yayımlanan son albümü olduğunu ve uzun yıllar memleketten uzak kalacağını muhtemelen bilmiyordu. “Safinaz”, zirvesiydi ve sonrası için heyecanlıydı. Öncesinde yaptığı işlerle adım adım tırmanmıştı oraya, sonrasında anlatacak çok hikâyesi vardı. Türkiye’nin en iyi rock solisti, en iyi bestecilerinden biriydi ama asıl mahareti hikâyeciliğindeydi: Anlattıkları basit şeylerdi belki ama öyle bir anlatıyordu ki, kayıtsız kalmak mümkün değildi. Ezik bir çıraktan bir işçi sınıfı kahramanı yaratacak kadar etkiliydi anlatımı. Üstelik, nice romanda anlatılamayan (ya da daha doğru bir deyişle, anlatılmayan) bir aşk hikâyesinden sonra ulaşmıştı bu sonuca: Tamirhânede çıraklık yapan genç, arabasını bırakmaya gelen kıza âşık olur, heyecanlanır; arabasını alacağı gün onun için hazırlanır (“ustama dedim ki bugün giymeyim tulumları”) ancak bu bir işe yaramaz ve reddedilir, yıkılır. Şarkının kırılma noktası bu. Yıkımı, bir son değildir zira. “Ustası”, safını belirlemesine yardımcı olur: “İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları…” 

“Arkası kuşlu aynada” saçlarını taraması, sadece benim değil, eminim şarkıyı dinleyen herkesin içini yakmıştır. Benimkini hâlâ yakar. Dinlediğim en etkili şarkılardan biri bu; yıllar geçti, üzerine çok şarkı eklendi ama değişmedi. İlk dinlediğimde 15 yaşındaydım. 1987 yılı, Barış Manço’nun belki de son “iyi” albümü olan “Değmesin Yağlıboya”nın yayımlanmasının üzerinden bir yıl geçmiş, evdeki kaseti, dinlemekten çoktan aşınmış… İzmit’te lisedeydim, üniversiteye hazırlanıyordum. Eski, üzerindeki kâğıdı soyulmuş bir kasetten dinlemiştim bu şarkıyı ilk. Cüneyt (Öziş) vermiş olmalı, o dönem en iyi arkadaşım. Birlikte plak dinlerdik, şarkılar üzerine saatlerce muhabbet ederdik. Yıllar sonra bir vesileyle İzmit’e gittiğimde gördüm Cüneyt’i. Biraz yaşlanmıştı ama aynı heyecanla konuştuk, saatlerce. Sonra Cem (Bilen) aradı, sağlam arkadaşlığımızın üçüncü ayağı: “Cüneyt’i kaybettik” dedi. İlk kayıplarımdan biriydi, aniydi ve uzun süre etkisinden kurtulamadım. Cem Karaca, en sevdiğiydi. Sonrasında hep onun için dinledim şarkılarını. Etkisi büyüktü, beni de değiştirmişti. Amiyane tabiriyle söyleyeyim, “Tamirci Çırağı” ile başlayan o kâğıdı soyulmuş kaset, aklımı almıştı.

Rock dinlemeye yeni başladığım, Pink Floyd’un beni heyecanlandırdığı yıllar… “Türkiye’de rock yok abi” cümlesini sıklıkla kurardık. İlhan İrem severdik ama yeni keşfettiğimiz “Pencere” dışında o da rock sayılmazdı. Az ileride, İstanbul’da, “Türkçe rock olur mu?” panellerinin yapıldığı yıllar hem de bunlar: 12 Eylül, bütün belleğimizi silmişti; “eski” yoktu. Ece Temelkuran’ın dediği doğru: “Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca en başarılı siyasi proje”dir 12 Eylül. Unutturmuştur. Başarıyla unutturmuştur ve yazdığı “yeni” tarihi insanlara kabul ettirmiştir. Bugün, o tarihe inananlar, Cem Karaca’nın “azılı bir terörist” ya da en azından “vatan haini” olduğu konusunda hemfikir. 12 Eylül’de Çanakkale’deydim, hemen sonrasında Cem Karaca’nın Yunanistan devlet kanalı ERT’de yaptığı programları izlerken, çocuk aklımla ben de inanıyordum buna. Türkiye’de bir darbe olduğunu anlatıyordu, “cunta”dan söz ediyordu ve Türkçe konuşmalarını “şu anda beni ülkemde izleyen vatandaşlarıma sesleniyorum” diyerek bitiriyordu. Söyledikleri “ayıp”tı. Çocuk aklımla böyle olduğunu düşünüyordum. Çocuk aklıyla düşünülecek şeyler ama zaten bunlar. Büyüdüğümde, çok değil azıcık daha büyüdüğümde, hani “ben artık çocuk değilim” dediğimiz çocukluk yıllarında, onun ülkesini ne kadar özlediğini anlamıştım. 

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra kendisine “yurda dön” çağrısı yapıldığında, Milli Güvenlik Konseyi’ne bir mektup yazarak hasta olduğunu söylemişti, Cem Karaca. “Dönmek için zamana ihtiyacım var” dediğinde, yalan söylemediğinden eminim. Sonradan tanıdığım/tanıştığım Cem Karaca, hayatının “sonrası”nı memleketinden uzak geçirmek isteyecek bir insan değildi. Zoraki sürgün yıllarında annesine, babasına ve oğluna hasretini anlatırken ne kadar acı çektiğini görmemek için kör/sağır olmak gerek. Babasının cenazesine gelemeyen, annesine yıllarca sarılamayan, oğlu Emrah’ın büyümesine “telefonda” şahit olan bir insandan söz ediyoruz. Almanya’da yalnız bırakılan bir insan aynı zamanda… Para kazanmak için kasetçi dükkânı işleten, yaptığı oyun müziklerinde Muhtar Cemalettin ismini kullanmak durumunda kalan, bir yandan hasretini, diğer yandan Almanya’daki işçilerin dertlerini şarkılarında anlatan bir Cem Karaca. Yıllar sonra yaptığı şarkısı “Oh Be”, o dönemi sonrasında bir rahatlama gibi: “Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba, döndüm işte, oh be!” 

Gençtim. Cem Karaca’nın Türkiye’ye döndüğü günler, benim de aklımı aldığı günler aynı zamanda. “Eski” Cem Karaca’yı severken, sohbetlerimizi “Türkiye’de rock varmış abi”ye döndürmüşken, “yeni”sinden hiç hoşlanmamıştık. Ankara’da, Atatürk Spor Salonu’nda verdiği ilk konseri, dönemin başbakanı Turgut Özal izlemişti ve “bir başbakanın izlediği ilk rock konseri” olarak tarihe geçti bu. Türkiye’ye dönmek için Turgut Özal’ın elini öptüğünü söylüyorlardı. İnanmıştık. Özal, 12 Eylül’ün sürdürücüsüydü ve bir insanın, Cem Karaca gibi bir insanın üstelik, onun elini öpmesine anlam verememiştik. Kızgındık. Çoktuk. 

Bir arkadaşım, yıllar sonra, o günlerde Cem Karaca’yı Gezi Parkı’nda gördüğünü ve yanından geçerken yüzüne öfkeyle bakarak önüne tükürdüğünü anlatmıştı. Hayatı boyunca pişman olduğu tek hareketti bu. “Bugün olsa yapmazdım” demişti ama ne çare… Yapılmış onlarca hareketten biriydi bu ve o bir kere yapmıştı bunu, Cem Karaca bin kere maruz kalmıştı belki. Bir başka arkadaşım, ilk ODTÜ konserinde, “Parka” söylemediği için onu yuhalayan ekibin içindeydi ve sahneden indirilişini zafer kazanmış komutan edasıyla anlattı yıllarca. Tribünde, Cem Karaca dinlemeye gelmiş yüzlerce insan vardı ve bir süre sonra onlar da katılmıştı bu “coşku”ya. “Düşman” savuşturulmuş, “dönek” cezalandırılmıştı. Şaşkınlıkla izlemiştim. Kızgındım, evet, “Parka” bir yana “Tamirci Çırağı”nı bile söylememişti o konserde. Beklemiştik. “Kahya Yahya” ile Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması’nı kazandığı yıl olmalı; şöyle bir hikâye anlatmıştı o gün: “Yıllar önce bir tamirhanede, bir çırakla karşılaşmış, onu dinledikten sonra bir şarkımda onun yaşadıklarını anlatmıştım…” Bu noktada, dinleyenlerin büyük coşkuyla alkışladığını söylememe gerek var mı, bilmem. “Tamirci Çırağı”nı “nihayet” söyleyeceğini düşünmüştük ama olmadı: “Yıllar sonra, Türkiye’ye döndüğümde yeniden karşılaştım bizim çırakla. Bir otelin önündeydi, kâhyalık yapıyordu. Adını o zaman sormamıştım: Yahya’ymış.” Bu küçük hikâye sonrası “Kahya Yahya”yı söylemeye başladığında, coşkulu alkışların yerini sessizlik ve giderek artan bir yuhalama almıştı. Sonrasında sahneden indirilmesiyle sonlanacak olayların başlangıcı, belki de buydu. O gün, olayı sessiz izlerken üzülmüştüm. Hâlâ üzülürüm.

Cem Karaca yalnızdı. Yalnızlığı, 12 Eylül sonrasında sürgüne gittiği Almanya’da başladı. Şanar Yurdatapan ve arkadaşlarının ona yazdığı “açık mektup”, bunun en önemli kanıtı. Cem Karaca’dan ziyade “demokratikleşiyor” denen Türkiye ile başındaki Kenan Evren ve arkadaşları eleştiriliyordu mektupta. Vurucu cümle (mealen) şuydu: “Ülkene kavuşuyorsun ama orada hiçbir şey değişmedi. Evet, sen Türkiye’ye kavuştun ama Türkiye, Cem Karaca’ya kavuştu mu?” Haklı bir soruydu. Yazık ki, bir linç kampanyasına dönüştü.

Bugün onun tuhaf bağlantılarını yargılayanların, o günlerde ve sonrasında yaşananlara dönüp bir kere daha bakması gerekiyor. Hoş, Cem Karaca artık yok; ne desek boş. Ölmeden hemen önce BarışaRock’a katılması, “Parka”dan “İhtarname”ye eski gözağrılarını repertuarına alması, çok gecikmiş bir özür belki. Özürden ziyade, “ben aslında değişmedim” çağrısı ama sakil kaldığı muhakkak. 

Her şey bir yana, Cem Karaca, Türkiye’nin en iyi bestecilerinden biri ve çok iyi bir hikâye anlatıcısı. “Tamirci Çırağı”ndan “İlyas, Temel, Süreyya”lı “Kavga”ya, “Safinaz”dan erken dönem şaheseri “Zeyno”ya uzanan nice hikâye var heybesinde ve bunları ondan daha iyi anlatacak biri yok. Yorumundan söz etmiyorum bile. Sadece bunlar bile, bugün onu iyi anmamız için yeterli sebep. Çok şarkı yaptı, aralarında kötüler de var belki ama hepsini inanarak söyledi Cem Karaca. En azından anlattıkları gerçekti. 

Cem Karaca, en değerlilerimden biri. Hep öyle kalacak.