Geçtiğimiz Şubat ayında patlak veren MİT kriziyle birlikte Türkiye’nin son 10 yılına damga vurmuş iki iktidar ortağı, kendilerinden önceki tüm iktidarları düşürmüş olan Kürt meselesinin odağına yerleştiği bir savaşla çatıştıklarını duyurmuş oldular. Bir yanda “taparcasına sevilen” bir başbakan, öte tarafta kitleleri “iyilik hareketi” olduğuna inandırmış bir İslami cemaatin olduğu bu çatışma herkes elindeki kartları açık oynadığında kazananı olmayacak bir savaş aslında. Cemaatin katıksız bir örgütlenmeyle denetimine aldığı polisin yürüttüğü operasyonlar ve bu yapının onay makamı haline getirilmiş yargıdaki uzantılardan oluşan cepheye göre MİT, PKK ile yapılan Oslo görüşmelerinde suç işlemişti. Hatta KCK’nin içine sızan MİT’in, haberdar olduğu eylemleri engellemeyerek hain olduğu da cemaat cephesinin medya organları üzerinden ima ediliyordu. Zaten karşılıklı yıpratma operasyonu da her çarpışmada son yılların en önemli mevzisi olan medya üzerinden devreye sokuldu. Sakinleşmek bir yana giderek şiddetlenen fırtına devlet kurumları arasındaki çatışma büyük bir siyasal krize dönüştü. Öyle ki bu “sivil darbe” girişimiyle İlker Başbuğ’dan sonra az kalsın Başbakan Erdoğan da “terörist başı” diye damgalanacaktı.


Son 10 yıldır ortak oldukları AKP’nin iktidarıyla giderek büyüyen Gülenciler, İslami bir cemaat olmanın çok ötesine geçip uluslararası bir holding haline dönüştü. Zaten yaşanan krizle de Gülenciler dindar bir cemaatten ziyade, örgütlenmek için dindar cemaat kisvesine bürünen, yerleştiği, örgütlendiği devlet aygıtları üzerinden iktidardan pay alan ve hep daha fazlasını isteyen bir güç odağına dönüştüğünü dosta düşmana gösterdi. Hem de hedefine Başbakan’ı koyacak kadar bir gözlerini karartmışlardı.


Savaşı kamusal alana taşıyan Gülenciler bir yandan sahip olduğu gücün boyutunu göstermek aynı zamanda da beklenmedik bir darbeyle rakibi Erdoğan’ın gücünü kırıp siyasal alanda kendine daha geniş bir alan açmak istediyse de şimdilik yanıldıkları kısa sürede ortaya çıktı. Belli ki zamansız ve sonuçları çok iyi hesaplanmamış hatalı bir kalkışmaya giriştiler ve şimdi bu hatayı mümkün olan en az hasarla atlatmaya çalışıyorlar. Bu yüzdendir ki cemaat tıpkı 28 Şubat 1997 ‘post modern darbe’ döneminde olduğu gibi mevzi kaybetmemek için suskunluğa bürünmüş görünüyor. Hatta öyle ki mensuplarının kamuda varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini gizlemek zorunda kaldıkları bizzat cemaat çevrelerinden de dile getiriliyor.


MİT krizi ortaya çıktığında yapılan en enteresan tespitlerden birisi hiç kuşkusuz ki yeni Ergenekon’un cemaat olduğuydu. Başbakan’a en yakın isimlerden biri olan danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Yeni Şafak Gazetesinde 15 Şubat 2012’de Yasin Doğan takma adıyla yazdığı, “Her türlü oyunun farkındayız...” başlıklı yazısında “Ergenekon’un polis ve yargıya sızdığını” söylerken kastettiğinin kimler olduğu elbette anlaşılmıştı. “Ergenekoncular içeride ama yöntemleri dışarıda” diyerek aynı noktaya işaret edenlerden biri de Erdoğan’ın eski basın sözcüsü Akif Beki’ydi. Radikal gazetesinde, 16 Şubat 2012’de “Anti Ergenekon'un davranış bozukluğu” başlıklı yazısında Gülen cemaatini eski vesayetin yerini almakla suçlayan Beki, “Bir görünmez devletin yerini yeni bir görünmez devletin alması için başlatılmadı herhalde bu mücadele. Anti-Ergenekon’un, Ergenekon’un yerine ikame edileceği öngörülmemişti bu süreç başlarken” diyordu.