Ben de birkaç yazı yazdım size dair, birinde Karac’oğlan’la sizi karşılaştırdım. Sayıp dökmüşüm kullandığınız sözcükleri! Oysa ne gerek vardı bunca lafa. ‘Üvey’ ve ‘Şefkat’ arasında bir şair desem yetmez miydi sanki.

Cemal Süreya'ya 30 yıl sonra ince bir mektup

Şeref Bilsel

12 Ocak 2020, Pazar/ Kadıköy

Merhaba abi.

Dizelerinize dokunmadan, sizden sonra olanlarla ilgili havadisler taşıyan bir mektup kabul edin bu satırları. 30 yıl oldu yeryüzünde ev değiştirmeyi bırakalı : “1954-1980 yılları arasında/ 26 yılda 28 ev değiştirdin” ne ilginçtir ki Mülkiye mezunu, bir kısmı bakan, milletvekili, yüksek bürokrat nice insan size, şu zalim İstanbul’da huzur bulacağın bir evi çok gördü. Hadi şuara taifesi çulsuz, ya o tabloları yüksek fiyatlarla satılan ressam dostlarınız. Siz ki darphaneden çıkarken üzerinizde altın tozu kalmasın diye paçalarınızı şiddetle sildiğiniz günden beri çok şey değişti, Hazine bir damatlık mesafeye geldi, yoksulluk burnumuzun ucunda hâlâ. En son oturduğun evin bulunduğu Cihanseraskeri Sokak, senden sonra Cemal Süreya Sokağı olarak değiştirildi. Ömer Erdem o sokakta oturuyor. Kiralar aldı başını gitti. Beyoğlu Kadıköy’e taşındı. Kadıköy’de evine girmek için -özellikle hafta sonları- kapı önünde işeyen, sevişen ve iki sözünden biri ‘kanka’ olan tuhaf aksanlı- gençlerden izin almak gerekiyor artık. Arif Damar da size komşuydu, Arif abi de gitti. Yine de boş değil evinizin yakınları, Zeki Coşkun, Salih Bolat komşu sayılır size. İki sokak üstte oturuyorum ben de; üstte dediysem, yeryüzü iki metre yukarıda bir zemin kat. Tabela değiştirmekte çok mahir belediyeler! Adınıza ödül kondu sizden sonra, başlarda iyi yürüdü, sonra devam etmedi. Son dönemlerde seçici kurullardan ve ödüllere katılmaktan tamamen çekilmiştiniz. “Ödüllendirilen yapıt belli bir düzeyin üzerinde oluyor elbet, ancak mutlaka katılan yapıtların en iyisi olmayabiliyor. Ödüle karşı değilim, günümüzdeki gidiş ve gelişme şekline karşıyım” demiştiniz. Sizden sonra ‘ödül almamak bir ödül’ haline geldi, bir ara 2000’lerin başında bu ödül sayısı 60’ın üzerine çıktı. ‘Günler’ başlığı altında yazdığınız ‘deneme, eleştiri, biyografi karışımı bir şey’ dediğiniz yazılar o dönem önemli bir boşluğu dolduruyormuş.

Mayıs 1989’da sonuncusunu (993. Gün) yayımladığınız metinler daha sonra ‘Günler’ adı altında Selahattin Özpalabıyıklar editörlüğünde yayımlandı. Şimdi bakıyorum da ‘Günler’e, büyük bir boşluğu doldurmuş, edebiyat haberleri, kitap tanıtımları, genç şairlere dair vurgular… Ne çok şey sığdırmışsınız oraya.

Eray Canberk, 44 şairden çevirdiğiniz 77 şiiri ‘Yürek ki Paramparça’ adıyla kitaplaştırdı senden sonra. Nursel Duruel, “Fransız klasikleri başta olmak üzere elliye yakın kitap çevirdi Cemal Süreya” der, ölümünüzün 13'üncü yılında hazırladığı “A’dan Z’ye Cemal Süreya” kitabında. Artık meyhaneye otururken ‘Başımızda bir büyük bulunsun’ sözü biraz da sizi çağrıştırıyor. Bu sözü Vecdi Çıracıoğlı sık sık söylüyor. Bu yakada uğradığınız Vagon, Olimpiyat, Fıçı yok artık. Koço, sinek avlasa da yerinde duruyor; Bostancı Hatay’da Mehmet Ali direnmeyi sürdürüyor. Daha geçen gün senin adına bir etkinlik vardı orda, fakat bütün iyi niyete rağmen bir görev tadı kalıyor bu etkinliklerden geriye. Oysa siz kendiliğinden olan bir şairdiniz. İkinci Yeni’ye sonradan iltica (İlhan Berk, Turgut Uyar gibi) etmediniz. Ve ben ne zaman ‘Üvercinka’ lafı geçse bu ilk kitabın isminin gizli gizli Ece Ayhan’ı kıskandırdığını, onun şiir serüveninde arayıp bulamayacağı bir isim olduğunu düşünürüm hâlâ. “Bir dergi gibidir benim hayatım. O yüzden ölmem batarım” demiştiniz. Dergiler devam ediyor. Birçok dergi sizi kapağına taşımayı sürdürüyor. Biz de Tozan Alkan yönetiminde üç aylık bir dergi çıkartıyoruz: Virüs. Görseydiniz severdiniz, ikinci sayıda ‘Elinden…’ bölümünde sizin el yazınızla bir şiiriniz var: ‘Banko’. Sonra bir mektubunuz… Şiir ve mektup Fahri Özdemir koleksiyonundan… Ve sonra Ahmet Say, Doğan Hızlan, Eray Canberk, Ahmet Telli’nin size dair içeriden, samimi yazıları…
Bu elektronik ortam işi zıvanadan çıktı. Sizin zamanınızda cep telefonu bile yoktu. Hatta ‘günler’in birinde İzmir’de Tuğrul Keskin’in evinde telefon beklediğinizi yazmıştınız. Biz telefonları bekliyoruz artık, nereye gidersek peşimizdeler. Herkes istediği şairi, yazarı dürtebiliyor gece yarısı, öyle sizin zamanınızdaki gibi gençler şair görmek için meyhaneye, kahvehaneye gitmiyor şimdilerde. Şiir okumak isteyen oturup şiir yazıyor. Hatta geçenlerde metrobüste, ayakta yazan bir genç bile gördüm! Sizin bile yazdığınızı bilmediğiniz nice şiir dolaşıyor internette. Sizin, Can Yücel’in, Turgut Uyar’ın… Çok az yazdınız, Edip gibi “fazla şiirden” ölmediniz! Ve Dağlarca, Edip gibi ilk kitaplardaki şiirleri 30 yıl sonra sözcük sözcük değiştirmediniz. Hiçbir sözcüğüne dokunmadınız yazdıklarınızın. Yaptınız ve oldu. Şiirlerinizde Kürt, Alevi geçmişine dair şifreler, kodlar aradılar. Oysa aradıkları şey ortadaydı. Şöyle diyordunuz: “Benim dil serüvenim şu: Küçük çocuk bakıcıya veriliyor; daha doğrusu, o çocuk kendisini bakıcının elinde buluyor, seviyor bakıcısını; onu ana belliyor. Türkçeyle ilşikim böyle. Bir noktada gurbetin aşka dönüşmesi.” Şiir serüvenin üzerine çok sayıda çalışma yapıldı. Bazıları yeni şeyler öğretti bize. Bu çalışmalar içinde Selim Temo’yu (Seninle ilgili ilk kapsamlı çalışmayı yapan) hatırlatmak gerekir. Sonra Nursel Duruel, Yusuf Alper’in çalışmaları da önemli. Bugünlerde yeni bir kitap yayımlandı: “ Yalnızlığın Başkenti” adıyla, bir derleme kitap. Hazırlayanlar: Emel Koşar, Vedat Akdamar, Okan Yılmaz.

Ahmed Arif’le sadece şiir üzerinden dost değildiniz; tarihsel, kültürel, coğrafi hukukunuz da vardı elbet. Az yazıp çok söyleyen oldunuz. Tesir gücünüz siz gittikten sonra daha da şiddetlendi. Kim mi kaldı İkinci Yeni dairesinde? Ülkü abi de gitti. Uzun suskunlardan Sezai Karakoç var. Bin yıldır yazmıyor, sadece kendine yüksek katlardan verilen ödülleri kibarca reddetmek için mektup yazıyor arada bir. Asım Bezirci’ye bile: “Muzaffer Erdost haklıymış! Cemal, kuşağının en güçlü şairlerinden biri, hatta en güçlüsü” dedirten ilk kitabın Üvercinka’nın kapağını Sait Maden yapmıştı. Desenler çizdiniz. Resim üzerine düşündünüz. Sezai Karakoç’tan bahsettiğiniz bir yerde : “Mülkiye dergisinde onun Mona Roza’larını ben desenlemiştim. Takma adım da Charles Suarez. Yani C.S.” demişliğiniz var. Ne çok takma ad kullandınız: Başta Osman Mazlum (niye ‘mazlum’?) olmak üzere, Hasan Basri, Ali Fakir, Cemasef, Suna Gün, Hüseyin Karayazı, Adil Fırat, Ali Hakir, Ahmet Gürsu, Genco Emrah, Birsen Sağanak…” bu sonuncu isimle ölünceye kadar yaşadınız.

Şiirleriniz üzerine çok şey söylendi. Şu kavramlar havada uçuşup duruyor otuz yıldır: Zeka, erotizm, humor. Ben de birkaç yazı yazdım size dair, birinde Karac’oğlan’la sizi karşılaştırdım. Sayıp dökmüşüm kullandığınız sözcükleri! Oysa ne gerek vardı bunca lafa. ‘Üvey’ ve ‘Şefkat’ arasında bir şair desem yetmez miydi sanki. Halk şiiri bağlamında Enis Batur’un söylediği ve fakat üzerinde gerektiğince durulmamış bir saptama var, bunu önemsiyorum: “Eski biçimlerle yeni içerikler çok denendi bizim şiirimizde. Ama halk edebiyatının sahici temposuyla yalnızca Cemal Süreya modern bir şiir kurabildi.”

Dıranas’ın ‘Kar’ şiirini lisedeyken size bin kez okutan neydi? Şiirin girişindeki atmosfer çocukluğunuzun göklerine mi benziyordu acaba, kim bilir? Ya o bitirmeyi düşündüğünüz “Zulümler” diye kitap tıpkı şiiriniz gibi bitmedi. O muazzam portreler, izdüşümler, “99-Yüz”. Bir başka örneği yok edebiyatımızda, sadece bizim edebiyatımızda mı?

Sevgili abi, her geçen gün eksikliğiniz daha çok hissediliyor burada. Vaktiyle bir liseli gencin yolunu kesen Kar da yağmıyor artık ne şiirimize ne de şehrimize.

Sizi, sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

cukurda-defineci-avi-540867-1.