Şiirden yola çıkarak toplumsal olanla böyle bir ilişki kurabiliriz diye düşünüyorum. Devrimler mevzubahis olduğunda peki, onlar toplumsal hareket ve değişimlerden bağımsız bir biçimde farklı coğrafyalarda birbirlerinden bağımsız cereyan edebilirler mi?

Cemal Süreya ya da dilin köpüğü olarak şiir
Fotoğraf: DepoPhotos

Güçlü Ateşoğlu

“Şiirimiz Üstüne Bir İki Söz” başlıklı yazısında Cemal Süreya, şiirimizin Batı’dan etkilendiği kadar kendi ayırt edici çizgisini de bulduğunu belirtiyor, farklı dünya dillerindeki şiirlerle karşılaştırıyor. Burada dikkatimi çeken düşüncesi, şiirimizin, “Batı şiiri yörüngesine girmeseydi, kendini hiçbir zaman yenilemeyecek miydi?” sorusunda şekilleniyor. Uyar’da, Cansever’de, Berk’te görülen “yeni”nin dönüştürücü gücüne inanma Süreya’da da var. Kendini yenilemeye, kendi gelişiminin verdiği hızla eskinin sınırlarını aşmaya dair vurgu tekrar hâkim. Yeni olan için, “Özgür anlatımın sınırlarını yoklamayacak mıydı?” diye soruyor ve ekliyor: “Bu sorulara olumsuz karşılık vermek tıpkı ‘özgürlük kavramı bize Batı’dan geçmeseydi hiç geçmeyecekti’ gibisinden bir karşılık olurdu.” İnsanların ve halkların düşünceleri ve yaratma itkileri birbirlerini etkilese, belirlese ve zorlasa da, yine de insanlığın ortak hâllerinden yola çıkarak bağımsız bir şekilde fakat farklı deltalara benzer ırmakları akıtmak mümkün değil midir?


Şiirden yola çıkarak toplumsal olanla böyle bir ilişki kurabiliriz diye düşünüyorum. Devrimler mevzubahis olduğunda peki, onlar toplumsal hareket ve değişimlerden bağımsız bir biçimde farklı coğrafyalarda birbirlerinden bağımsız cereyan edebilirler mi? Özgürlük kavramı ortaya çıkmadan önce, sözgelimi Antik Yunan’da, özgürleşmeden ve herkesin herkesle eşitliği düşüncesinden söz edebilir miydik? Cemal Süreya’nın bu iddialı öne sürümü için Cansever’in, Uyar’ın ya da Berk’in tavrı ya da cevabı ne olurdu acaba? Süreya’nın öne sürümü, felsefede kavramsal ve normatif olanın zeminde oluşuna işaret eder gibi. Özgürlük, burada şiirde yeni olan, tarihsel anlamda etkilenmelerinden bağımsız bir beliriş, bir kopuş gibi. Şairini biricik kılan bir tarih-üstülük ışığı.

***

Eskinin sınırları onu her daim tekrara götürür. Kafiye yoksulluğuna düşülmesinin, birçok şairin Yahya Kemal’in kafiyeleriyle yazmasına sebebiyet verdiğini, benzer ya da aynı kafiyelerle şiir yazdıklarını belirtiyor Süreya. Düşüncede olduğu gibi dilde de bir zorakilik bu, zorlama; oysa özgürlüğün zorunluluğu başka bir şey. Bunu söylerken zihninin arka planında ne vardı bilmiyorum ama, felsefede özgürlük ile zorunluluğu değil, özgürlük ile zorlamayı karşıt olarak ele alan Ethica’yı yazan Spinoza’yı anımsattı –Kant-sonrası Alman idealistleri, özellikle Fichte ve Hegel, özgürlük-zorunluluk ilişkisini karşıtlık ilişkisi olarak ele almadı: Marx’a kalan bakiye! Süreya’ya dönecek olursak, kafiyesiz şiire geçiş, zorakiliğin sınırlarını dağıtarak zorunlulukla buluşmaktır. Bunu daha sonra evrimin zorunluluğu olarak görecek. Burada yeni olan ile özgürlük-zorunluluk ilişkisi birlikte düşünülmeli kanımca.

Bir başka ele aldığı konu da şiir çevirisinin imkânsızlığı üzerine. Cemal Süreya, şiirin başka bir dile çevrilemeyeceği düşüncesine katılanlardan; hatta kendi yazıldığı dile bile çevrilemeyeceğini düşünüyor. Ne var ki bununla kalmıyor, çevrildiği dilde ve çeviren kişide –güzelse şayet– zenginlik yarattığını, “öbür dilde kendi içeriğinden olsun, kendine yabancı öğelerin varlığından olsun, bir öz kıpırdanmasının, bir hareket dalgalanması meydana getirdiğini” söylüyor. Bu babda, şiirin çevrilmesi ya da çevrilememesiyle ilgili söylediği bu şeyi “yeni olan” olarak görüyor. Dalgalanma, yeni ufuklar açma, karşılaşma ve diyalog sayesinde başka olanı bulma anlamına gelecek. Bir şiirin diğer dile çevrilmesi bir yansıma ilişkisi, bir tekrar kesinlikle değil. Can Yücel çevirilerini okuduğumuzda artık çevrilen dilden bambaşka bir dil, çevrildiği dili de dönüştüren bir şey görmüyor muyuz? Bu beni çok düşündürttü. Bir felsefî metnin çevrilmesi, hatta anadilinde yazılmış bir metnin başkaları tarafından anlaşılması da böyle midir? Bire bir aynı anlamı veremez, ona ilişkin açıklamamızda dakik ve kesin olamaz mıyız? Şiir belki tamam ama felsefede bu kesinliksizlik, metin ile açıkladığı gerçeklik arasında kapanmayan bir açıklığa yol açmıyor mu? Süreya’nın kastettiği, sonradan gelenin, burada çevirinin, kendi dilindeki bir şiirin ikinci kez söylenmesinden daha zengin, daha başarılı oluşu. Gadamer’in deyişiyle ufukların kaynaşması, kesişmesi ve başka bir zenginliğin imkânı, farklı olanların çoğalması. Süreya bunu şu şekilde ifade ediyor: “İkinci dilde o şiire daha başka ve daha yeni bir ortam [olması]. Ve daha elverişli.”

Sadece şiiri değil, bir düşünceyi ele alalım; onun içinde yeşerdiği yapının aynen kabulü, aynı yapının aktarılması mümkün müdür? Mümkün olabilse bile içindeki öğelerle yeni olanın karşılaşması, yeniyi dönüşüme uğratması, var olan yapıyı da dönüştürmez mi? Düşüncede karşılaşmadan bunu anlıyorum. Düşünce size hep farklı kırılma noktalarından gelir ve sizdeki çatlaklardan içeri sızar, siz izin verdikçe, alabildikçe. Peki, anadilinde ortaya çıkmış bir şiir de tek bir yapı içerisinde mi doğar, yoksa içerisinde meydana geldiği yapıların bir kaynaşması ya da ufukları sonucunda mı? Hâl böyle olunca, sonlu gibi görülen bir yapı ve sonlu gibi görülen bir şiir, sonsuz ilişkiler ağından koparak kendini bulur, kendine gelir; ve çevrildiği zaman da sonlu gibi görülen bir yapının içine değil, sonsuz ilişkiler ağındaki bir dille buluşur diyemez miyiz? Burada âdeta sonsuz ilişkiler ağı diğeriyle diyaloğa geçer. Bu ilginç bir nokta gibi duruyor. Süreya’nın “öz dalgalanması”, “hareket dalgalanması” derken kastettiği, özün dalgalanmasının ve deviniminin yeni biçimlere yol göstermesi, imgelerle, duygularla ve düşüncelerle farklı formları oluşturması, statik olanda kalmama.

“Biçimi Anlamak” başlıklı yazısına şöyle bir giriş yapıyor: “Şiirin tarihi şiir biçimlerinin tarihidir.” Felsefî olarak şöyle anlamak istiyorum: Özün devinimi, içeriğin, mısranın, sözcüklerin farklılaşması ve gelişimi, aynı zamanda bize biçimlerin, formların, yöntemlerin de gelişimini veriyor. Hegel, “Felsefe tarihi felsefenin kendisidir” derken bunu kavram açısından düşünüyor, form ile içerik, mantıksal zorunluluk ile tarihsel edimsellik anlamında; paralellik pekâlâ kurulabilir. Acaba Süreya’nın bu düşüncesi, İlhan Berk’in aksine Cansever’in kavramsal şiirine mi daha yakın?

Aynı metinde “Şairlerin çoğu şiirin mutlaka bir şey söylemesini, daha doğrusu fayda getirecek bir şey söylemesini istiyorlar” diyor. Buna itirazı yok Süreya’nın, çağın bunu gerektirdiğini belirtiyor. Ayrıldığı nokta, şiirin asıl niteliğinin buna bağlanması, diğer bir deyişle, biçime önem vermeyi biçimcilik olarak görmeleri. Formalizmi “mastürbasyon artistik” diye hor görmeleri. Cemal Süreya’nın eleştirisi, biçimsiz ya da formsuz şiirin olamayacağı yönünde. Eleştirenlerin de belli bir form altında şiir yazmaları; bundan kaçma imkânı yok. Biçim ile özün birlikteliğini savunuyor Cansever’de olduğu gibi, hatta “Şiirin biçimi onun özü değil midir zaten” diye sesleniyor okuyucusuna; karşıtlıklarda kalmayan bir şiir bu, devinen, dönüştürücü. Kendi deyişiyle, Doğu ile Batı arasındaki çelişkide kendini oluşturan bir şiir, tamamlayıcı olmayan, tamamlanmamış ya da tamamlanamayacak; tam da diyalektikten gerçek anlamda anlaşılan…

(devamı gelecek)