Çevreciliği, çayır çimende serpilmek, bir ağacın gölgesinin altında dinlenmek, derelerin şırıltısını dinleyip rahatlamak diye algılayacak olursak, evet, ‘çevreci’ olmayan insan yok denecek kadar az. Sözcüğün bu geniş anlamıyla neredeyse herkes çevreci.

Çevrecilik kamucu olmaktan geçer

Doç. Dr. Tolga Şirin

Çevrecilik hem çok dolu hem de çok boş bir kavram. Öncelikle boşluktan başlayalım: Bir kavramın anlam alanı ne denli genişlerse, içeriği o kadar boşalır. Bu alan, çevrecilik için fazlasıyla geniş. Şöyle ki; bugün siyasal yelpazenin farklı kesimlerinde yer alan kişilerden kime sorsanız size “çevreci” olduğunu söyleyecektir. Türkiye’de muhalefet de çevrecidir, iktidar da. Türk veya Kürtlerin, Alevi veya Sünnilerin, faşist veya komünistlerin, farklı kesimlerden farklı kişilerin kendine göre bir çevreciliği var. Her bir özne kendi çevreciliğinin en samimi olduğunu ileri sürebiliyor. Öyle ki hatırlayacak olursanız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bile çok uzak olmayan bir geçmişte kendisinin “çevrecinin daniskası” olduğunu ilan etmiştir. Kavram bu denli geniş yani.

Şu noktayı netleştirelim: Çevreciliği, çayır çimende serpilmek, bir ağacın gölgesinin altında dinlenmek, derelerin şırıltısını dinleyip rahatlamak, temiz denizlere girip ruhunu dalgaların akışına bırakmak ve bundan huşu duymak diye algılayacak olursak, evet, “çevreci” olmayan insan yok denecek kadar az. Sözcüğün bu geniş anlamıyla neredeyse herkes çevreci.

Konuya buradan baktığımızda sorun yok. Gelgelelim mesele, çevresel değerler veya haklar ile diğer bazı menfaatler çatıştığı zaman ortaya çıkıyor. Çevreci iddialar, kalkınma, özel mülkiyet, seçim yatırımları (örn. “çılgın proje” vb.) gibi başkaca menfaatlerle çatıştığında “ak koyun-kara koyun” belli oluyor. İşte samimi ve tutarlı çevrecilik, böylesi sınırda durumlarda kendisini gösteriyor. Bazı tutarlı çevreciler, böylesi durumlarda bile başta söylediklerinden geri adım atmıyor, meşru olduğu iddia edilen çok sayıda menfaatin albenisine rağmen çevrenin korunması amacından vazgeçmiyor. Böyle bir alanda kalkınma ve doğanın korunması çatışmasında çubuğu bir tarafa bükmek gerekiyor. Eğer “sürdürülebilir gelişme” gibi bir sentez söz konusu olursa bu defa da “kamucu bir kalkınma” ile “kâr temelli kalkınma” arasındaki gerilim baş gösteriyor. Bu farklı gerilim ve tartışma başlıkları ise çevreciliği oldukça “yüklü” hâle getiriyor. Yani mesele, başta söylediğim türden “yeşili severim” çevreciliğinin ötesine taşınmış oluyor.

Zaten o nedenledir ki çevreciliğin de farklı ideolojik iz düşümleri var. Bu iz düşümler ekofaşizm, ekososyalizm, liberal çevrecilik, anarkonaturizm, yeşil muhafazakârlık gibi farklı isimlerle adlandırılıyor.

ANAYASA HUKUKUNDA “ÇEVRECİLİK”

Benim uzmanlık alanım anayasa hukuku. Bu alanın da çevreye bakan bir yönü var. Bugün kamu hukukçularının ezici çoğunluğu, sözcüğün geniş anlamıyla çevreci sayılabilir. Fakat bu, her bir teorisyenin veya uygulamacının, anayasal ilkeleri ve kuralları, sözcüğün daha dar anlamıyla “çevreci” bir perspektiften kavradığı anlamına gelmiyor. Fakat özellikle 1990’lı yıllardan itibaren artan sayıda kişi, bu konuda konum almaktan çekinmiyor. Bu, bildiğimiz kamu hukuku kavramlarının da yeniden tanımlanmasına neden oluyor.

Türkiye’nin Paris Sözleşmesi’ni imzalayarak teşrif edeceği Glasgow Zirvesi’nin arifesinde ve yeni anayasa tartışmalarının berisinde bu yeniden tanımlama arayışlarını bir yazı dizisiyle tanıtmak istiyorum. Metni yazma nedenim bu.

ÇEVRE DEVLETİ NEDİR?

Çevre Devleti, Almanya’da Michael Kloepfer’in ortaya attığı bir kavram. Aslında yazarın yaptığı şey, kamu hukukunda devletin klasik tanımlarından biri olan “üç öge öğretisi”ne çevreci bir boyut kazandırmak. Bu öğretiye göre devlet üç ögeden oluşur: (i) ülke, (ii) o ülke üzerinde yaşayan bir halk ve (iii) ülke sınırları içinde halkın tabi olduğu kurumlaşmış bir siyasal iktidar. Nerede bu üçlü varsa orada bir devlet vardır.

Kloepfer’e göre ise bu ögelerin yanına bir de çevre eklenmelidir. Ona göre bu faktörlerin yanı sıra çevrenin de devletin varlık koşullarından biri olduğunu kabul etmek gerekir. Bu kabul, çevreci devlet teorisinin de ön koşuludur.

Bu yaklaşıma göre çevre devleti “bütün devlet siyasasında, doğal yaşamı korumanın devletin temel ödevi olduğu, çevrenin tali veya rastlantısal olarak değil her türlü kamusal eylem ve işlemde öncelikle korunduğu devlettir”.

Kloepfer’in açtığı yoldan gidenler çok oldu. Örneğin Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın 2015’te yayımladığı bir belgede “hukukun çevresel üstünlüğü” (environmentalrule of law) diye bir kavram ortaya attı. Bu “hukuk devleti” ilkesinin çevreci bir bağlama oturtulması açısından önemliydi. Bu metne göre hukukun çevresel üstünlüğü, sürdürülebilir gelişmenin merkezinde yer alır ve sürdürülebilir, şeffaf ve hukukun üstünlüğü temelinde yönetilen doğal kaynaklar, sürdürülebilir gelişmenin motoru olduğu kadar barış ve adalet için bir platform olabilir.

Öte yandan bu kavramı, insanın menfaatine bir çevre biçiminde değil de insandan bağımsız “kendinde bir değer” olarak doğayı merkeze alan biçimde “doğa devleti” veya “ekolojik hukuk devleti” gibi adlandıranlar ve derinleştirenler (örn. KlausBosselmann) oldu. Bu literatürde çok sayıda kişi “ekolojik bir hukuk devleti”nde (ökologischeRechtstaat) doğanın hakları bulunması ve bu hakların insan haklarından daha geride kalmaması gerektiğini ileri sürdüler. Bunu açıklarken de insan ve doğa arasındaki diyalektik bağı vurguladılar. Bu yaklaşım gerçekten ilham vericiydi. Şöyle ki insan olmadan doğa, doğa olmadan insan olmaz. İnsan doğanın bir uzantısıdır ama insan üretimi hukuk düzeninde doğanın menfaatlerini koruma ödevi de insanlardadır. Dolayısıyla bu konuda ortaya çıkabilecek çatışmalarda mesele, bu diyalektik daima akılda tutularak ve söz konusu birlik ve doğanın kendine özgü içkin değeri göz ardı edilmeden çözülmelidir. Bu içkin değere ancak bilimsel bilgi eliyle ulaşılabilir. Bu nedenle de devletin, özellikle lobi gruplarının manipülasyonlarına karşı daima uyanık olması özel önem taşımaktadır.

Bu ise bir “paradigma değişimi” ile mümkündür. Modern anayasaların, “endüstri toplumu”nu esas alan kabullerinin, “sürdürülebilir toplum” lehine dönüştürülmesi gerektiği savı uyarınca anayasaların hukuku ve yargısal organları belli yönde davranmaya zorlaması (veya daha iyimser bir ifadeyle “yönlendirmesi”) bir gerekliliktir. Zira devletin planlı ve düzenli bir geçişi sağlamaması durumunda doğa, süregelen küresel sosyoekolojik kriz uyarınca bu değişimi kendisi zaten dayatacaktır. Bu bakımdan toplumların, gelecekteki ekolojik diktatörlük biçimlerinden sakınması için de anayasal yönden böylesi bir ekolojik doğrultuya girmesi kaçınılmaz görünmektedir.

SÖZÜN ÖZÜ

Buraya kadar yazdıklarımı “laf salatası” yapmak için kaleme almadım. Söz konusu literatür, geleceğimiz ve gezegenimiz açısından oldukça önem taşıyor. Bu önemin farkında olan kim? Batı devletleri, anayasal düzenlerine, temkinli ve yavaşça da olsa, çevreci bir yön verdi. Örneğin Almanya’da bütün bu tartışmalardan sonra “Gelecek kuşaklara karşı da sorumlu olan devlet, doğal yaşam kaynaklarını anayasal düzenin çerçevesinde yasamayla, yasalara ve hukuka uygun olarak yürütme ve yargı organlar aracılığı ile korur.” (md. 20a) hükmü anayasaya girdi. Bu hükümle birlikte Almanya’nın demokratik bir sosyal hukuk devleti olmasının ötesinde acaba bir “çevre devleti” de sayılıp sayılmayacağı veya bunun Anayasa’ya açıkça yazılması gerekliliği de konuşulur oldu. Bunun mahkeme kararlarına ve yasalara yansıyan bir yönü de oldu.

Bu türden gelişmelerin yankısı ekolojik krizin, kronik bir kalkınma arayışı içinde daha sert biçimde görünür olduğu Latin Amerika ve Asya ülkelerinde etkisi ise çok daha sarsıcı biçimde duyuldu. Bolivya ve Ekvador’da yeni anayasanın en az yarısı, ekolojik konularla ilgili hükümlerle ilişkilendi. Hatta ikincisinde hareket, doğayı ilk kez bir hak öznesi saymaya ve bunu içtihatla tescil etmeye kadar vardı. “And anayasacılığı” olarak ifade edilen bu gelenek, çevrenin korunmasını kamucu biçimde (suyun özelleştirilmesi yasağı, enternasyonal dayanışma yükümlülüğü vb.) anayasallaştırdı.

Bu örneklerin bizim açımızdan büyük bir önemi ve bünyesinde çıkarılacak dersler var. Her şeyden önce bunlar, çevrenin, sıradan bir bakanlığın etkinlik alanına sıkıştırılacak alelade bir konu olmadığını gösteriyor. Dahası, çevrenin, sadece yeri geldiğinde “selam çakılacak” türden bir saygı nesnesi olmaktan çıkıp devletin varlık koşulu ve bu nedenle de her türlü etkinliğini saran esaslı bir değer olabileceğini ortaya koyuyor.

Yasama, yürütme ve yargının etkinliklerinde verdiği her kararın çevreye olan etkisini hesaba katma ve her sorunu ekolojik bir dille de çözümlemesi gerekliliği Türkiye’de de güncel bir mesele. Bu nedenle Cumhuriyet’in nitelikleri arasında “çevre devleti” ifadesini katmayı ciddi ciddi düşünmeliyiz. Bu öneriyi, açıkça tartışmaya açmak için öne sürüyorum. Dizinin devam eden yazılarında bunu biraz daha açacağım.