CIA’in “anti-terör” kisvesindeki eylemleri esasen “yeni” değildir. “Yeni” olan, işkence gibi patolojik bir suçun sistematik ve periyodik olarak uygulanmasının, bunun için milyonlarca dolarlık bir bütçe ayrılmasının tüm detaylarıyla -tam da ABD’nin hegemonik konumunun sarsıldığı bir dönemde- ortaya çıkmasıdır.

CIA, hegemonik yenilenme ve ‘Machtstaat’

KANSU YILDIRIM*

Bedensel ve psikolojik iradenizi kırmak için sizi 250 saatten fazla bir kutuda kapalı tuttuklarını veya 180 saatten fazla uykusuz bıraktıklarını düşünün. Bunları yetersiz bulan işkence uzmanlarının onlarca kez waterboarding denilen, yüzünüze yapıştırılmış bir bez üzerinden su dökerek boğmaya çalıştıklarını, soğuk beton üzerine çırılçıplak bağlayarak hipotermik işkence uyguladıklarını, kaba dayaktan geçirdiklerini, cinsel tacizde bulunduklarını yahut aşağıladıklarını…
Varsayımsal yazılanların hepsi, 11 Eylül’den bu yana yaşanmış ve yaşanmaya devam eden şiddet edimlerinin kısa bir bölümü. Daha fazlası, 6700 sayfayı bulan, ABD Senatosu İstihbarat Komitesi’nin hazırladığı “Tutuklama ve Sorgulama Yöntemleri” raporunda geçiyor. Rapora göre Guantanamo’dan Ebu Gureyb’e, dünyanın pek çok yerinde CIA’e bağlı askerler, uzmanlar ve taşeron şirketler en ağır işkence tekniklerini uygulayarak istihbarat çalışması yürütmüştür. Ne var ki, raporun özetinden çıkan sonuca göre ABD’nin güvenlik paradigması iflas etmiştir; işkenceye dayalı yöntemler “düşmanı” etkisiz hale getirmek bir yana onu güçlendirerek yeniden üretmiştir ve işkenceyle sağlanan enformasyonların çoğu asılsızdır.
CIA’in “anti-terör” kisvesindeki eylemleri esasen “yeni” değildir. “Yeni” olan, işkence gibi patolojik bir suçun sistematik ve periyodik olarak uygulanmasının, bunun için milyonlarca dolarlık bir bütçe ayrılmasının tüm detaylarıyla —tam da ABD’nin hegemonik konumunun sarsıldığı bir dönemde— ortaya çıkmasıdır. Parçalar halindeki işkence fragmanlarını üç uğrakta birleştirebiliriz: Hâkim güvenlik ideolojisinin hukuki bileşimi; ABD’nin hem iç siyasette hem de uluslararası düzeyde hegemonik bir “yenilenme” hamlesi; “yüzleşme” söylemi üzerinden ABD’nin “machtstaat” görünümünü değiştirme çabası.


Önleyici ve teröre karşı savaş
CIA’in ABD için iç-dış güvenlik hizmetlerinde önemli ve “işkenceci” konumda olması, “önleyici savaş” ve “teröre karşı savaş” doktrininin bir sonucudur. Bush’la anılan, Guantanamo ile simgeleşen bu dönemde ABD’ye tehdit oluşturduğu düşünülen tüm kişiler, olağanüstü teknikler eşliğinde belli bölgelerden alınarak ABD sınırları dışındaki hapishanelere ve özel sorgulama merkezlerine nakledilmiştir. Kişilerin ikamet ettiği ulusal sınırların dışına çıkarılması, uluslararası hukuk düzleminde haklarının askıya alındığı mekânlara gönderilmeleri, hem anomiye yol açmıştır, hem de benzer uygulamalar için “hukuksuzluk alanları” yaratmıştır.
ABD sınırları içindeki “hukuksuzluk alanı”, 11 Eylül sonrası dönemi inceleyen Jean-Claude Paye’ye göre, 26 Ekim 2001 tarihinde çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile belirginleşmiştir. Ulusal güvenliği tehdit ettiği düşünülen herhangi bir yabancı hakkında ABD başsavcıları yakalama ve tutuklama izni verebilmektedir. 13 Kasım 2001 tarihinde çıkarılan askeri emirle ise, ABD vatandaşı olmayanların “terörist faaliyetler” içinde yer aldığı düşünülüyorsa süresiz tutukluluğu kolaylaştırılmıştır. Böylelikle ceza kanunu çerçevesinde “suçlu” kategorisinde sayılmaları bulanıklaşmıştır. Sınırdışını ilgilendiren durumlarda, şiddet (macht) ve işkence edimlerinin ABD toprakları dışında kalması nedeniyle işkenceciler ulusal ceza kanununun müeyyidelerinden muaftırlar. Adli ve idari kontrolün hükümsüz kaldığı bu süreçte, örneğin Afganistan’da yakalanan bir kişi Guantanamo’da hapsediliyorsa Cenevre Sözleşmesi’nin ilgili hükümlerinin mahkûmları tanımladığı “savaş esiri” statüsüne girememektedirler.
Ceza hukukunun anti-terör konseptiyle ve savaş realitesiyle şekillendirildiği —milenyum sonrası— hukuki sentez, ABD’nin siyasal rejiminin karakterinin ve uluslararası düzeyde nereye denk düştüğünün bir göstergesidir. Emperyal devlet yapısının kurulmasında, bunun meşrulaştırılmasında, hegemonik konumun küresel düzeyde örgütlenmesinde ceza hukuku, “kurucu akit” işlevi görmektedir. Bu tipolojideki bir kuruculuğun ulusal ve uluslararası düzeylerdeki kesişiminde hukukun netliği ve nesnelliği kaybolmakta; hükümler, aksiyomatik bir hal almaktadır. İşkencenin önünü açan hâkim hukuki söylemi şöyle resmedebiliriz: Önleyici olan müdahale pratiği “var olandan” ziyade “var olması muhtemel” olana odaklanır. Yönetimselliğe uygun biçimde, yüksek “riskli” gruplar merkeze yerleştirerek potansiyel (sanısal) düşmana karşı gerçek savaş nizamına geçilir. Kıtaları hareket geçirecek savaş borusu için imgesel düşman —örtülü ve dolaylı finansmanın sağlanması, askeri eğitim verilmesi gibi usullerle— yaratılır. Artık burada “devlet savunması” değil, siyasal iktidar yapısının dönüşümü ve hegemonluğun kalıcılığı için hukuki olan ile mitosların melezliğinden oluşan bir durum söz konusudur.


Hegemonik yenilenme
Emperyalist sıfatını küreselleşme söylemleri eşliğinde silikleştiren ABD, hegemonik konumunu “demokrasi”, “insani müdahale”, vb. uluslararası hukuk dolayımıyla desteklemiştir. Ancak Afganistan ve Irak’ta neden olduğu toplumsal tahribatın, istihbarat çalışmaların, ABD askerlerinin gündelik yaşamda bölge halklarına uyguladığı pornografik şiddetin maliyetinin köktenci İslami şiddet olarak karşılık bulması, hegemonluğunu siyasal düzeyde olumsuz etkilemiştir. “Suçlu devletlere” karşı gerçekleştirilen polisiye operasyonların “şer cephesini” pasifize etmemesi, ABD’nin bölgeye “barış” söyleminin asılsızlığını göstermiştir. Étienne Balibar’a göre “bazı devletler tüm insanlığın düşmanı” ilan edilir ve “düşman ile suçlu ayrımının ortadan kaldırıldığı” bir momentte devletler kamplaştırılır. ABD’nin de “adil savaş” kavramıyla güttüğü, hegemonik konumunu restore etmeye çalıştığı bu dönemsel dalgalanmalar özünde tehlikelidir. Örneğin Carl Schmitt açısından “barış illüzyonu”, siyaseti bitmeyen “ölümcül” bir savaş haline de dönüştürebilir. Guantanamo’dan Ebu Gureyb’e dek yapılan işkenceler düşünüldüğünde bu tespit oldukça yerindedir. ABD hegemonluğa oynadığı müddetçe şiddeti dışlayamayacağı gibi yenilgi/başarısızlık ihtimalini de saklı tutar. ABD’nin risklere karşı başat hamlesi, savaş ilan ettiği devletleri “suçlayarak” hem askeri harekâtının amacını gizlemektir (petrol kaynakları, jeostratejik çıkarlar), hem de emperyalist egemenliğinin doğasını gizlemektir (birilerini düşman ilan edilirken, birileri dosttur).
Ne var ki, ABD’nin hegemonik konumu ve riskleri bertaraf etmesi için yenilenmeler şarttır. Tarihsel bir parantez açalım; Machiavelli “Discourses on Livy” eserinde yönetimlerin dönemsel veya iktidar bağlamında “yenilenmesinin” şart olduğunu düşünür. ABD özelinde de, cumhuriyetçilerin fetih-işgal üzerine yoğunlaştığı, demokratların uluslararası barışa endekslendiği “yenilenme” dönemleri olmuştur. Şüphesiz görünürde olan bu yenilenme dönemlerindeki amaç (telos), hegemonik konumun algılanışını ve hareket kabiliyetini arttırmaktır. Çünkü Pew gibi uluslararası araştırma şirketlerinin anketlerine göre anti-Amerikanizm damarı giderek kalınlaşmaktadır; bunun için ABD’de işkence raporu gibi taktiksel çıkışlar yapılması —polis şiddetinin tırmandığı aylarda— demokrasinin ve insan haklarının vurgulanması kaçınılmazdır. Gerek Obama yönetiminin özel bir ajandayla seçim rövanşı olarak Bush özelinde cumhuriyetçileri köşeye sıkıştırma hamlesi olması, gerekse ABD’nin hegemonik yenilenme sürecinde “Rechstaat” koordinatlarına dönme sinyallerinin verilmesi, David Harvey’in “teritoryal çıkarlar” dediği olguya karşılık gelir. Burası önemlidir: Hegelci devlet kavrayışında Rechstaat, kurumsal, tüm “yurttaşların hak-özgürlüklerinin diğerleri tarafından tanındığı sivil toplumdur”; egemenin keyfiyeti kanunların gerisindedir. Bugün ABD, enerji ve kaynak transferi makinesi olarak “kendi kaderini fetih ve güç ile gerçekleştiren” bir Machtstaat yapısındadır. Ulusal düzeyde “kötü” yöneticilerin tasfiye edilmesi ve cezalandırılması demokratların lehine olacağı gibi uluslararası düzeyde ABD açısından “arınma” ve “yenilenme” imajını kuvvetlendirecektir. Bu nedenle rasyonel bir hat olarak gördükleri işkence ve kötü muamele ile yüzleşme söylemi üzerinden anlık bir konum pekiştirmesi sürecine girmişlerdir. Lakin Wolfgang Sofsky’nin “Dehşetli Zamanlar”da belirttiği gibi “…kurtların özgürlüğü kuzuların sonu demektir.”

* Kampfplatz Dergisi Yayın Kurulu Üyesi