Futbolsever dediğin gazeteyi okumaya arka sayfasından başlar, çimen yeşili gördüğünde heyecanlanır ve tek yılları sevmez. Ligin ve kupaların bittiği ortalığın ölüm sessizliğine büründüğü yaz aylarında bir de yıl tekse tüm yaz boyu aslı astarı olmayan transfer haberleri okumakla geçirilir. Oysa yıl çiftse bu ya Dünya Kupası ya da Avrupa Kupası var demektir ve işte futbol açısından kısır yaz o zaman şenlenir.

Bu yaz da EURO 2016 var hem de milli takımlı. Bu tarz turnuvalarda hangi milli takımı tuttuğunun sorulduğu kaç ülke vardır bilmiyorum. Fakat milli takımımızın yolculuğu genelde finale kadar sürmediğinden çocukluğumuzdan bu yana tuttuğumuz başka bir takım vardır. Bu kimi zaman sevdiğimiz oyuncunun olduğu takım kimi zaman babamızın tuttuğu takım kimi zaman da sadece kendimizi yakın hissettiğimiz takımdı. Bense turuncuyu Hollanda’yı tuttuğum için mi sevdim yoksa turuncu sevdiğim için mi Hollanda’ya hayrandım bilmiyorum. Kupa konusundaki jargonu hâlâ UEFA Kupası, Şampiyon Kulüpler Kupası, Kupa Galipleri Kupası şeklinde olan benim net olarak hatırladığım ilk Avrupa Şampiyonası 1988 yılında. Türkiye’nin elemeler sırasında ‘yine’ yediği 8 golü ya da onun öncesinde “Kova Yaşar”ın maceralarını net hatırlamasam da turnuvada neden olmadığımızı sorduğumda anlatılanlardan biliyordum. şimdi baktığımda o yıllar çok uzak gelmese de bırakın futbolcuları turnuvaya katılan bazı ülkeler bile artık yok. Mesela ev sahibi Federal Almanya. Abimin parlak beyaz, önden fermuarlı, göğsünden omuzlarına doğru sarı, kırmızı ve siyah şeritlerin uzandığı eşofman üstünün takımı. Belki de bu yüzdendi evdeki turuncu tişörtler giyip Hollanda’yı desteklemem. Şimdi olmayan başka bir ülke olan Sovyetler Birliği de herkesin ilgisini çeken bir başka takımdı. Turnuva boyunca Koeman, Gullit, Rijkaard’ı heyecanla takip etmiş, saçlarımı Gullit gibi örmek için uğraşmıştım. Çıkartma albümümü açıp açıp futbolculara bakıyor, eksiklerimi bulmak için mahalledeki çocuklarla değiş - tokuş yapıyordum. Ama Hollandalı futbolcuları asla bir kart karşılığı vermezdim. Portakallarım Sovyetler Birliği’ni finalde 2-0 ile geçip şampiyon olduğunda da keyfime değecek yoktu. Kupa Gullit’in neşeli saçları üstünde yükseldi.

Şimdi geldi yine bir çift yıl bu sefer biz de varız. Turnuva beklediğimden çok daha heyecanlı ve güzel başladı başlamasına ama yine de yavan geliyor. Ne zaman uluslararası şampiyona olsa bıkmadan usanmadan Puskas’lı Macaristan’ı anlatan dedem gibi olmak istemem ama mesela Fransa’ya bakınca insanın gözü Henry’i Zizu’yu, Vieria’yi arıyor. Bu yılki çıkartma kitabındaki futbolcuların çoğunu sadece yüzeysel olarak bilmek uzun yılların geçtiğini hatırlatıyor.

Yılların mahsunluğundan mıdır bilinmez milli takım adına pek umutlu değildim. Hırvatistan karşısında çıktığımız ilk maçta durumun çok parlak olmadığı anlaşıldı. Rakip futbol kalitesi ve tecrübesi açısından bizden üste olsa da biraz daha inanç ve azimle daha iyi bir oyun çıkarılabilirdi. Hırvatlar 19 şut çekerek rekora imza attılar ve inancımız biraz azaldı. Bunları yazarken İspanya maçı henüz oynanmadı umarım düşündüklerimizin tersi çıkacak ve milliler yürümeye devam edecek. Zira Portakallarım turnuvada olmadığından elenirsek kimi tutacağım bilmiyorum.