Kendini tek bir kimlikle tanımlamayı reddeden Z kuşağına, iktidarın yeni bir milli kimlik inşa etme motivasyonuyla sınırlarını çizdiği bu okul sistemi dar geliyor. İçine doğdukları internet çağınının yerlileri olan bu kuşağa dijital göçmenlerin dayattığı vasat müfredatın uzun vadede karşılığı yok.

Çıkar göster telefonunu!

Ayşe Alan

Bu yazıya tüm genellemeler yanlıştır, diye başlamak niyetindeyim. Çünkü herhangi bir toplumsal grubu yaşa dayalı da olsa indirgemeci bir şekilde tanımlamanın aslında toplumun farklı katmanlarını göz ardı etmek olduğunun farkındayım.

Bununla birlikte sorgulayıcı bir tarzda yaklaştığımız takdirde, kuşak çalışmaları bize sosyopolitik ve ekonomik şartların tarihsel karşılıklarını göstermesi ve bugüne bakarken de farklı yaş gruplarının ihtiyaç ve isteklerini anlama imkanı vermesi açısından kıymetli.


Z kuşağını tartışırken de kestirmecilik tuzağına düşmeden, sosyal medyada çokça karşılaştığımız “umursamaz”, “benmerkezci”, “apolitik” hatta “cahil” gibi yorumların ötesine geçmek ve bu kuşağın hangi tarihsel toplumsal koşulların ürünü olduğu sorusunu sorarak düşünmek mümkün. Ben bu soruyu ülkemizdeki eğitim politikaları çerçevesinde ele almaya çalışacağım.

Kablosuz doğanların krizlerle imtahanı

Z kuşağı kabaca 2000 sonrası doğanlar olarak tanımlanıyor. En belirgin özelliklerinin internet ve dijital teknoloji ile büyümeleri olduğu söyleniyor. Bu kuşak kablolu telefonu neredeyse hiç kullanmadı, mektup, kartpostal, telgraf gibi internet dışında bir iletişim ortamını hiç yaşamadı. Z kuşağı çocukları, gazete ve dergilerin basılı versiyonlarının önemsizleştiği bir zamanda büyüdüler.

Türkiye’de Z kuşağı, aynı zamanda AKP’nin en az üç çocuk politikası döneminin çocukları olarak hayata başladı. Nüfus politikalarında birer sayıdan ibaret, ekonomi politikalarında ucuz işçi, eğitim politikalarında ise dindar yandaş olması amaçlanan bu kuşağın, krizlerle örülmüş dünya deneyimine bir de son üç yılda pandemi eklendi.

Özellikle krizin derinleştiği bu dönemde derin yoksullukla mücadele etmeye çalışan, gelecek umudu tükenmiş, okuldan beklentisini düşürmüş durumdalar. Sosyal medyada sıkça karşılaştığımız üzere, “şikayet etme, çıkar telefonunu göster” yorumlarına maruz kalan bu gençler, dönemin getirdiği tüm ekonomik, toplumsal ve fiziksel sıkışmışlığın üzerine bir de “elindekiyle yetinmeyen, şımarık çocuklar” olarak yaftalanıyorlar.

O kadar ki, yakın zamanda bir sokak röportajında “kendime test kitabı bile alamıyorum, sınava hazırlanmak istiyorum, hazırlanamıyorum” diye serzenişte bulunan bir lise öğrencisi bile benzer yorumlara maruz kalmıştı. İnternette kısa bir gezintiyle Z kuşağı ve telefon markası ile ilgili yüzlerce içeriğe ulaşabilirsiniz.

Farklılıklara daha açık bir kuşak

İşte bu noktada, bu kuşağın kültürüne daha yakından bakma gerekliliğini hatırlatmak isterim. İnternet dünyasına doğdular. Kültürel bir küreselliğin farklı şekillerde de olsa farkındalar. Dünyanın farklı yerlerindeki insanları görebiliyor, iletişim kurabiliyor, müzikte, sanatta, oyunda, sporda buluşabiliyorlar. Maruz kaldıkları otoriter politikalar ve onun yansımalarından biri olan eğitim politikalarının dayatmalarına rağmen zihnen daha özgürlükçü, farklı kimliklere daha açık oldukları bir gerçek. Bu yüzden de kendilerinin belirli sınırlar konularak ya da tek bir kimliğe sıkıştırılarak tanımlanmasını istemiyorlar.

Yukarıda sıraladığım nedenlerle “hayatla okulun bağı neden bu kadar kopuk?” sorusunu daha çok soruyorlar. İşte tam da bu yüzden “o çıkar göster” denilen telefonun onlar için bilgiyi edinme, haber kaynağı, sosyalleşme aracı, sanat için bir gereç, bir tür dünyayı tanıma yolu ve daha pek çok şey demek olduğunu görmezden gelinmesiyle aslında kendilerinin yok sayıldıklarının farkındalar.

İletişime yükledikleri anlam, sosyalleşe yolları, bol emojili duygu temsilleri kendilerini rahat ifade edebildikleri dünyanın ta kendisi. Bu kadar sınırları belli ve dayatmalarla dolu bir okul yapısında bu düşüncelerinin karşılığını bulamıyorlar. Mevcut eğitim sistemi, hem içerik yani müfredat olarak, hem de okulun kurgusuyla bu kuşağın ihtiyaçları ve isteklerinin çok gerisinde.

Son 20 yılın eğitim politikası

İktidara geldiği 2002 yılından beri AKP, eğitimde irili ufaklı birçok yapısal değişiklikler yaptı. Bu değişikliklerin tümüne maruz kalan grup da Z kuşağı oldu. 2012 yılında 4+4+4 sisteminin getirilmesi ile 66 aylık iken okula başlayanlar, daha 9 yaşında ortaokul öğrencisi olan, 4. sınıftan itibaren zorunlu din dersi almaya başlayan, 12. sınıfa kadar, yani dokuz yıl kesintisiz haftada iki saat din dersi alan Z kuşağı çocukları.

İnsan hakları ve demokrasi dersi müfredattan kaldırıldığı için bu dersi alamayan, ancak imam hatip lisesine gitmese de geniş seçmeli bandının içinde zorunlu seçmeli olarak dayatılan “Kuranı Kerim, Hz.Muhammed’in Hayatı” gibi dersleri alanlar bu çocuklar. Tepetaklak edilen lise sistemi yüzünden LGS puanıyla tek seçenek olarak önüne konulan imam hatiplere kaydını yaptıranlar da onlar.

Verilerle konuşalım; 2012 ile 2017 yılları arasında imam hatip liselerinin sayısı 537’den 1.485’e ve bu okullara giden öğrencilerin sayısı 268 binden 503 bine çıkmıştı. 2016-17 döneminde imam hatip okullarının orta ve lise bölümlerinde okuyan toplam öğrenci sayısı 1 milyon 291 bin 426’ya çıktı. AKP iktidara geldiğinde bu sayı 71 bin 100 idi.

Aynı iktidar özel okullara da “özel” bir önem atfetti. Mali teşvik düzenlemeleri ile özel eğitim kurumlarını destekleyerek özel okulların sayısının artmasının önünü açtı. Bir sosyal devlet olarak en önemli görevlerinden olan adil, eşit ve nitelikli eğitim veremediğinden, gönül rahatlığıyla bu işi özel sektöre devretti.
Z kuşağının maruz kaldığı din eğitimi politikalarına Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu denli maruz kalan başka bir kuşak olmadı. Daha çok zorunlu din dersi, daha çok seçmeli din dersi ve daha küçük yaşta din dersi üçgeninde kendini gösteren bu politikaların merkezinde MEB, çeperinde il ve ilçe müftülükleri yer alıyor. Bu çeper de yine bu kuşağın eğitiminde sıkça karşılaştığı “değerler” eğitimi adı altındaki bir takım projeler ya da hafız yetiştirme programları gibi doğrudan uygulamalar ile kendini gösteriyor.

Müfredatını kendi yaratabilen bir kuşak

Diğer yandan bir öğrencinin tüm eğitim hayatı boyunca 2 yıl felsefe eğitimi aldığınının da altını çizerek diğer derslerin, müfredatın, okul içi uygulamaların, ezberlerin ve sınavların da pek iç açıcı olmadığını söyleyelim. Bilim derslerinde ne kadar bilim okuryazarlığı var? 2017 yılında müfredattan çıkarılan “hayatın başlangıcı ve evrim” konusunu düşünelim mesela. Sanat derslerinde yaratcılıklarının önü açılıyor mu? Çocuklar, yeni bir dil öğrenmenin farklı kültürlere kapı açmanın yolu olduğunun ne kadar farkında? Matematik, fizik gibi disiplinlerin dersleri sınav kazanmak dışında bir amaç için kullanılabiliyor mu?
Tüm bunların ötesinde, ömürlerinin önemli kısmını okulda geçiren çocuklar, bu uzun yılların ne kadarında zihinsel olarak “serbest” bırakılıyor? Yoksa onların bize söyleyecekleri, hatırlatacakları şeylerden mi korkuluyor?

Kendini tek bir kimlikle tanımlamayı reddeden Z kuşağına, iktidarın yeni bir milli kimlik inşa etme motivasyonuyla sınırlarını çizdiği bu okul sistemi dar geliyor. İçine doğdukları internet çağınının yerlileri, yani dijital yerliler olan bu kuşağa dijital göçmenlerin dayattığı vasat müfredatın uzun vadede karşılığı yok. Ne zorunlu eğitimin ne üniversitenin ihtiyaçlarını karşılayamayacağının farkındalar. Kendi müfredatlarını kendileri yaratıyorlar.