İşsizlik oranının son 9 yılın en yüksek oranına yükselerek yüzde 13.5’e çıkması krizin en somut hali olarak yorumlanıyor. Hükümet üyeleri dışında herkes krizin geldiği noktayı tartışıyor. Halkın tüm kesimleri giderek yoksullaştığını ifade ederken bundan sonra ne olacağı konusunda da kimse net bir şey söyleyemiyor. Hükümet ise günü kurtarmaya dönük hamasi söylemleri aşacak bir perspektife sahip […]

Çılgın projeleri ve işsizlik rakamlarını Prof. Dr. Çolak’a sorduk: ‘Halk tüketmesin biz tüketelim’ diyorlar

İşsizlik oranının son 9 yılın en yüksek oranına yükselerek yüzde 13.5’e çıkması krizin en somut hali olarak yorumlanıyor. Hükümet üyeleri dışında herkes krizin geldiği noktayı tartışıyor.

Halkın tüm kesimleri giderek yoksullaştığını ifade ederken bundan sonra ne olacağı konusunda da kimse net bir şey söyleyemiyor. Hükümet ise günü kurtarmaya dönük hamasi söylemleri aşacak bir perspektife sahip olmadığını her geçen biraz daha fazla kanıtlıyor. Peki bu tablodan çıkış mümkün mü? Her gün açıklanan rakamları iktisadi açıdan nasıl okumak gerekiyor? Bu soruların yanıtını aramak için bu hafta Pazartesi Söyleşisi’ne Prof. Dr. Ömer Faruk Çolak’ı konuk ettik. İktisat ve Toplum Dergisi editörü Ömer Faruk Çolak’ın Ekonomide Masallar Gerçekler isimli kitabı da bulunuyor.

• Bir iktisatçı olarak işsizlik oranının yüzde 14’e dayandığı bir ekonominin durumuna dair ne söylemek istersiniz?

İşsizlik rakamı bir sonuç. Makroekonomik göstergeleri düzenli takip eden bir iktisatçı için sürpriz de olmamıştır. Yani işsizlik oranının bu düzeylere çıkacağı belliydi. Hem de ne zamandan beri, 2010’dan beri.

Türkiye’deki ekonomik kriz sadece ekonomik temelli değildir. Bu kriz aynı zamanda politik temelli bir kriz. 2010 yılındaki Anayasa değişikliğinin ardından Türkiye’de tek partinin hâkimiyet kurduğu bir sistem hayata geçirildi. Krizin dinamiklerini de buradan okumak gerekir. İkinci nedeni ise dünyadaki durumla alakalı. Ekonomik kriz dünyada ciddi boyutlarda seyrederken Türkiye o dönemi başkasının yorganı ile yatarak geçirdi. Yani 2008 küresel krizi yaşandığında Türkiye dünyadaki sermaye hareketlerinden yararlanarak yatırım ve tüketim harcamalarını artırdı. Yurtiçi talep artışı ile yüksek büyüme oranlarını tutturdu. Toplam talebi artırdığı için de istihdamda artışlar yaşandı. Bu da beraberinde ekonomik verilere yansıdı işsizlik oranı yüzde 10 seviyelerinde kaldı. Bu bile aslında çok yüksek bir orandı. Nitekim bu oran AKP döneminde adeta atalet kazandı-kalıtımsal hale geldi.

• Bunu azaltmak mümkün değil mi?

Bunun için ülkenin ciddi ekonomi politikalarına ihtiyaçları var. Şimdi siz de farkındasınızdır. Türkiye’de böyle bir adım atma hali var mı, maalesef yok, aslında uzun zamandır yok. 2014 yılından bu yana her yıl seçim yapan, halk oylamasına giden, tek parti iktidarı istikrar demektir masalına inanan, ancak tek partinin neden ülkede istikrarı sağlayamıyor sorusuna ne söylem ne de eylem olarak yanıt veremeyen AKP, buna rağmen 2014 sonrasında da yaşanan kaotik ortama rağmen iktidarda kaldı.

İşsizlikle ilgili üretilen en kayda değer politika, her işveren bir işsize iş versin ve sorun çözülsün oluyor. Böyle bir çözümle işsizlik ortadan kaldırılamaz. Bunun yeterli olmadığı gün gibi ortada.

Açıkçası artık işsizlikle mücadele konusunda belirli bir ciddiyetten de uzaklaşıldığı kanaatindeyim. İşte cuma günü işsizlik konusuna dair STK’lerle toplantılar yapıldı. İşsizlik oranının yüzde 13 olarak açıklandığı gün, siz günü kurtarmak için toplantılar yapıyorsunuz. Bunlar ciddiyetten oldukça uzak adımlar. Türkiye’de işsizliği azaltmanın yolu bellidir: Yapısal önlemler almak, nitelikli işgücü yetiştirmeye dayalı bir eğitim sistemi ve istihdam yaratmaya dönük politikalar ortaya koymak. Üretime özellikle sanayi üretimine önem vermek. Bu yapılırken de rekabetçi kimlik kavramı da unutulmamalı. Üstelik bunları planlı ve programlı biçimde hayata geçirmelisiniz.

• Şu anki uygulamalarla bu mümkün mü?

Türkiye’de son 15 yıla baktığımızda istihdama dayalı bir modelin ortaya konduğunu söylemek imkansız. Aktif işgücü politikalarına dayalı, esnek çalışma koşullarını sağlamaya-yerleştirmeye yönelik çeşitli paketler açıklandı. Ulusal İstihdam Stratejisi’nden Kadının İşgücüne Katılımını esas alan programlara kadar uzanan çeşitli paketler açıklandı. Hangisi derde deva oldu derseniz hiçbirisi. İstenilen tablo hiçbir zaman açığa çıkmadı. Bunun ana nedeni üretimin öneminin yadsınmasıdır. Üstelik esnek çalışma biçimleri hiçbir ülkede işsizliğe tam çare olmadı. ABD’de bu politikalar sayesinde işsizlik oranı yüzde 5’in altına indi, fakat bu ancak part-time çalışma ile oldu. Üstelik ABD’de çalışan yoksulluk oranı yükseldi.

Türkiye’de işsizliğe ve istihdama sektörel bazda bakmak lazım. İstihdamın önemli bir kısmını sağlayan tarım dışı istihdamda da ciddi sorunlar yaşanıyor. İşsizlik verilerine baktığınızda göreceksiniz tarım dışı alanda işsizlik oranı yüzde 15’lere dayanmış durumda. Dolayısıyla yüzde 15’lik bir işsizliğin önümüzdeki döneme yansıması da oldukça sancılı olacaktır. Türkiye’nin bu alanda yeteri kadar istihdam yaratamamasının nedenlerinden birisi de sanayi üretimine dair yaşadığı sorunlardır. Tarım sektöründe de ciddi bir erozyon var. Bu alanda da çok ciddi bir istihdam sorunu yaşanıyor. Genel kayıtdışı istihdam oranı yüzde 33-34 düzeyinde iken, kayıtdışı istihdam tarım dışı alanda da yüzde 23 gibi yüksek seviyede. Devlet burada kayıtlı istihdamı sağlayamıyor.

• İçinde bulunduğumuz tabloyu hepimizin anlayacağı biçimde somut olarak özetlemek gerekirse ne demek gerekir?

Şunu ifade edelim en genel anlamıyla döviz kuru ve faizde artış demek kriz demektir. Ama bunların arkasına bakmak meseleyi anlamak için daha yararlı olacaktır. Faiz oranları neden artıyor, tasarruf ve bütçe açığı var. Bugün bütçe açığı da açıklandı. Ocak ve subat ayındaki bütçe açığı 11 milyar lira. Yani kamu yılın ilk ayında cebinde olmayan 11 milyar lirayı harcadı. 2018’de de benzer bir tablo vardı. Böyle bir maliye politikası izlediğiniz müddetçe faiz oranı da enflasyon oranı da artar. Bunlar sonuç değişkenlerdir. Bakmamız gereken bunların arkasındaki temel etmenler.

Türk halkı yaşanan 17 yıllık dönemde ekonomiye hep kısa vadeli baktı, adeta miyoptik bir bakışla hareket etti. Örneğin faiz oranı düştü kredi aldı, otomobil aldı, ev aldı. 2018 yılının ikinci yarısından itibaren bu durumun sürdürülemeyeceğini gördü, adeta uyandı, iktidarın yazdığı masalın sonuna gelinmiş oldu, gerçekler görülmeye başlandı. 2018 yılının ikinci yarısından itibaren hanehalkının alım gücü yüzde 45 oranında düşmüştür. Yani şu anda siz halka para bile dağıtsanız kimse harcayamayacak. Ne yapacak o parayı alıp borcunu kapatacak. Çünkü halk borçlu. Yurttaşlar küreselleşme denilen finansal serbestleşme sürecinde borçlanma zehrini içti, kendilerini nasıl zehirlediğini test ederek öğrendi ve şu an ona uygun adımlar atıyor. Sadece yurttaşlar değil KOBİ’ler de buna benzer adımlar atıyor. Küçük ölçekli işletmelerde de yukarıda bahsettiğim meseleye benzer bir tablo var. Bu da ekonomideki kilitlenmeyi açığa çıkartıyor. Hükümetin bu kilitlenmeyi aşmaya dönük attığı politikalar ise uzun erimli olmanın ötesinde kısa erimli ve günü kurtarmaya dönük. Hükümet ‘Yarını halledelim öbür gün ne olacağına bakarız’ havasında. Sektörün tüm temsilcileri benzer bir olumsuz tabloyu paylaşıyor. Türkiye’de ekonominin orta ve uzun vadede ne olacağını kimse bilmiyor. Bu bir ülke için çok büyük sorun demektir.

• Hükümet temsilcileri ekonomik gidişatı olumlu değerlendiriyor siz nasıl yorumluyorsunuz bu açıklamaları?

Bir ülkede ekonomik gelişmeden bahsetmek için o ülkenin enflasyonunun düşmesi, o ülkede işsizlik oranının azalması gerekmektedir. Yine istikrarlı bir büyümenin olması gerekmektedir. Türkiye’de 2011 yılından itibaren bu alanların hepsinde geriye gidiş başladı. Bunlar bilimsel verilerdir. 2014 yılından itibaren başlayan kırılma 2018 yılında krize dönüştü. Gelinen nokta sürpriz değil ama hükümetin buna çare bulması için önce sorunu doğru saptaması gerekiyor. Ne yazık ki bugün sorun doğru tanımlanmadığı için günü kurtaran çözümlerle yol alınmaya çalışılıyor bu da krizden çıkışı imkansızlaştırıyor. Bakın en somut konu Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusu. Hangi iktisat politikasını uygularsanız uygulayın Merkez Bankası’nın bağımsızlığı kritiktir, biz onu yok ettik. Böyle olunca da ortaya kriz tablosu çıkıyor.

• Çıkış mümkün mü bu tablodan?

Elbette mümkün. Bence Türkiye’nin kuralcı bir iktisat politikasına ihtiyacı var. Planlı ve programlı uygulanacak bir iktisat politikası ile buradan çıkılabilir. Örneğin hükümet kafasına göre köprü yapımına girişmemeli, yine ihtiyaç yokken son derece lüks kamu binaları yapılmamalı. Bunları önlemenin yolu da borçlanmaya sınırlama getirmektir. Kamu kurumlarının harcamalarını denetim altına alınmalıdır. Bakın Türkiye’de kamu kesimi çok yüksek oranda harcama yapıyor, ama bunlar Anayasamızda yer alan sosyal devlet ilkesine göre halkın ihtiyaçlarına dönük harcamalar değil. Tamamen lükse dayalı tüketim harcamaları. Şimdi hükümet yatırımlarının bir kısmını ele alalım iktisat son sınıf öğrencisine al bu yatırımları incele desek, yatırımları yapılabilir bulmaz. Bu denli plandan, programdan ve bilimsellikten uzak bir yatırım daha doğrusu iktisat politikası izlendi, izleniyor.

• Seçimden sonrasına ilişkin bir öngörünüz var mı peki?

Şunu söylemek gerekiyor. Seçimden sonra bütçe açığını kapatmak adına halkın sırtına ciddi bir vergi yükü yüklenecektir. Bu ilk başta bütçe açığı açısından olumlu bir gelişme gibi görülse de, özel tüketim harcamaları daha da azalacağından, büyüme sorunu daha da derinleşecektir. Kamu ne diyor: Halk tüketmesin ben tüketeyim. 2018’de böyle oldu. Kamunun kaynakları nasıl tüketiliyor halkın ödediği vergiler aracılığı ile. Halkın parasıyla. Yani tartışılmayan ve unutulan, unutturulan kavram refah, refah devleti.

***

Politik ve sosyal bir kriz yaşıyoruz

• Kamu harcaması dediğiniz şeyler Sayıştay raporlarına yansıyan kamu kurumlarındaki lüks harcama ve giderler mi?

Evet bunlardan bahsediyorum. Bunu önlemenin de yolu kamu kurumlarının harcamalarına yönelik kural koymaktır. Bunun adı kuralcı ekonomidir. Örneğin Sanayi Bakanlığı’na diyeceksiniz ki, sen geçen yılki ödeneğinin yüzde 2’sinden fazlasını harcayamazsın. Bunun dolaylı olarak aşılmasını sağlayacak mekanizmaları da ortadan kaldırmak gerekiyor. Aksi halde halkın yoksullaştığı kamu kurumlarında lüksün giderek arttığı bir tablo ile karşılaşmaya devam ederiz.

Yapılması gerekenlerden birisi de aşınan ve yozlaştırılan kurumları tekrar canlandırılması gereğidir. Şeffaf, denetlenebilir kurumlara ihtiyaç var. Çok kısa bir dönem de Türkiye’nin parlamenter sisteme geri dönmesi gerektiği ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla yaşadığımız sadece bir ekonomik kriz değil. Aynı zaman da politik ve sosyal bir kriz yaşıyoruz. Bunu tersine çevirmenin yolu kurumcu, kuralcı bir ekonomiye geçmekten ve de tam, özgürlükçü demokrasiye yeniden dönmekten geçmektedir. Bu da 12 Eylül Anayasasını kırpıp, kırpıp daha da anti demokratik hale getirmekten çok, 1961 Anayasını daha da ileriye taşıyarak mümkündür. Unutmayalım 1962 Anayasasının uygulandığı I. Kalkınma Plan Dönemi Türkiye’nin iktisadi olarak en istikrarlı dönemi olmuştu.