Açılışta üniformalı asker de dikkatimizi çekmişti. Mimiksiz, gülümsememeyi görevin bir parçası gören Albay’ın okulda olma nedeni sonraki günler anlaşılmıştı: Oğlu Tibet’in ikinci sınıf olması ve Milli Güvenlik dersleri!

Çocuk gözüyle 12 Eylül

H. Oral Akcura

Darbe olduğunda yaşları 13, 14 olan bizim kuşak için 12 Eylül’ü yazmak zordur.

Ne abilerimiz gibi destansı anılarımız var, ne de bir cümle kuracak tecrübemiz. 78 kuşağı da olamadık, 80 kuşağı da. Ara kuşak deyimi incitici gelse de bizim için, bildiğin ara kuşağız işte.

Bizim de darbeyi öğrenmemiz klasik oldu. O yıllarda radyo dışında bir seçenek yoktu. Malum, dünyayı radyodan izliyorduk.

O gün, radyoda kahramanlık türkülerini duyan babam “Hanım, darbe olmuş galiba” dediğinde annemin tepkisi “hıh” olmuştu. Bense “şimdi ne olacak baba” dediğimi anımsıyorum.

Hakkaten ne yapacaktık?

Babam “Oğlum, git bir Cumhuriyet al gel’ dediğinde radyoda sokağa çıkma yasağı ilan ediliyordu. Babamı ikiletmedim. Oğlan çocuğuyum ya, maceracı yanım hemen ortaya çıkmıştı. Neredeyse abilerimiz gibi bir anım olacaktı benim de.
“Nasılsa sokağa çıkmak yetişkinlere yasak” diyerek Erdal’la bisiklet turuna karar verdik. Bir yandan da darbeyi konuşuyorduk. Büyüklerimizi suskunluğa iten darbe çok önemli bir şeymiş gibi gelmemişti bize. “Olur, birkaç güne biter, sonra her şey bıraktığımız yerden devam eder” diyorduk.

Bu havayı bozan, “cemse” denilen ve ömrümde ilk kez gördüğüm, üzeri tepeleme komando dolu askeri kamyondan “Evinize dönün!” diye bağıran komutan oldu. Pek şakası yok gibiydi.

Komutanın sesinden mesajı alan Erdal “oğlum iş sakat galiba” dediğinde ben hâlâ ayıkmamıştım: ‘’Ne demek sakat?’’
“Sadıç, ben Besim Atalay (ortaokul) birinci sınıflar sorumlusuyum.’’

Aha! dedim. Doğru, Erdal’ı birinci sınıflar sorumlusu yaptırmıştık. Benim de ikinci sınıflar için görüşmelerimizde baya yol almıştık. Atilla abi söz vermişti. Okulların açılmasına takiben olacaktı. Gün sayarken bu darbe işi bozmuştu. Hakkaten bu iş bize bulaşır mıydı? ‘’Leöynnn, evinize dönün ha!’’ derken Komutan da çok ciddiydi hem.

Aklıma, geçenlerde babamın çarşıdan gelir gelmez daha terliğini giymeden ‘’Hanım, Ramazan hocanın Mesut yakalanmış’’ dediğinde annemin “vayh’’ deyişi geldi. O kadar içerden çıkmıştı ki bu ses, ömrüm boyunca sadece genç ölümlerinde duydum annemden.

Bu iş bize bulaşırsa annem “vayh” diyecek. Allah kahretsin, korkuya bak diyorum kendime; ama Erdal’a belli etmemeye çalışıyorum. Erdal ise en ciddi halden en matrak hale geçişte efsane bir adam. “Sadıç, bunlar bizi en fazla döver bırakır” derken gülüyor. Sonra kendi kurduğu cümle ile işin vehametini fark edip “Valla fena dövüyorlarmış, hele o polis Osman yok mu” diyor, pedala asılırken içinde oligarşi geçen tespitlere başlıyordu.

Çok genç kaybettik Erdal’ı. İçinde oligarşi geçen cümleler kurmaya özen gösterir ve o an acayip ciddileşirdi. Neyse, vukuatsız döndük eve. Abilerimizin eylemlerinde takmadığı gibi askerler de takmamıştı bizi ve yırtmıştık şimdilik!
Okul açıldı. Açılış töreninde öğretmenlerimizin kaygılarını görebiliyorduk.

Özellikle, sanayide çalışan çocuklar için açılan akşam okulunda gönüllü öğretmenlik yapan ve birinci sınıftayken Sefiller romanındaki piskoposun ‘’Şamdanları ben verdim’’ dediği anı nerdeyse tek kişilik oyun gibi anlatan Türkçeci İrfan Hocanın memnuniyetsizliği her halinden belliydi.

O günlerde, ömrünü aydınlanmaya adamış bu idealist insanların doğranacağını henüz kimse göremiyordu.
Açılışta üniformalı asker de dikkatimizi çekmişti. Mimiksiz, gülümsememeyi görevin bir parçası gören Albay’ın okulda olma nedeni sonraki günler anlaşılmıştı: Oğlu Tibet’in ikinci sınıf olması ve Milli Güvenlik dersleri!

Albay o yıl kendi dersiyle yetinmemiş, “sağa -sola dön, topuk selamı ver” komutlarını öğretmek için beden eğitimi derslerini de gasp etmişti. Albay’ın hayatımıza girişinin sadece bu derslerle sınırlı olmadığını bir süre sonra daha iyi anladık.

Törenin bi başka dikkat çeken öğretmeni dinci Kudret’ti. İslamcı kitabevinin elinde kalan kitapların isimlerini verip “tek tek özet çıkaracaksınız” dediği için abilerimiz tarafından uyarılan(!) din dersi hocası pek bir öz güvenliydi. Sıra bizde der gibi Albay’a yakın durmaya çalışıyordu.

Beyaz Gölge dizisinin etkisiyle öğrendiğimiz basketbolda baya iyiydik ve o yıl Erdal’la okulun basketbol takımına seçildik. Albayın oğlu Tibet ise seçmelere girmeden alındı takıma. İlk maçımız kafa kafaya giderken bitime beş dakika kala Albay geldi. Ve gelir gelmez Erdal’ın yerine Tibet girdi maça.

Yedeklerin arasında Erdal’la yan yanaydık ve birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. Maçı kaybettik.
Darbenin ilk faturasını ödemiştik böylelikle.

İlerleyen zamanlarda, hafta sonları köye gittiğimizde daha büyük faturalarla tanıştım. Komşumuz Şafak teyzenin oğlu Hasan tutuklanmıştı. Mahkemesi Buca’da görülüyordu. Köydeki sayılı televizyondan biri dedemin evindeydi. Şafak teyze haftada bir gün akşam haber saatinde gelir, kimseye engel olmayacak bir yere tedirgin ilişirdi. Yük olmamak için her gün farklı bir eve misafir olurdu.

Haberler sırasında konuşmaların ses tonu gizemli bir şekilde düşerdi. “İzmir sıkıyönetim”le başlayan haber duyulduğunda sessizlik olur, Şafak teyze, yerdeki kilime bakarak dinlerdi haberi. O an ben de kilime bakardım. Haber bitiminde oğlunun isminin geçmediğine sevinip sevinmediğini anlamaya çalışırdım. Hasan idamla yargılanıyordu.
Tabii, heyecanlandığımız umutlandığımız anlar da olmuyor değildi.

Sabahçı olduğumuz için gün doğmadan okula gidiyor ve ilk dersi karanlıkta görüyorduk. Sıkıyönetim komutanı, belli saatler dışında resmi dairelerde ışıkların açılmasını yasakladığı için kimsenin eli şaltere gitmiyordu.
Kış saati uygulaması ile derslerin iyice karanlıkta başladığı günlerden birinde, hayatımın dersini aldım Durmuş Hocadan.
Sınıfa girdi Durmuş Hoca. Karanlığı süzdü ve, en arkada olan bana seslendi. Hani “inadına” dendiğinde, başkalarının da duyması istendiğinde ses değişir ya, öyle gürledi Hocam:

-Hüdai, görüyor musun tahtayı?

-Hayır Öğretmenim.

Üzerine basa basa, bir daha söyleme ihtiyacı duyulmayacak şekilde devam etti:

“İhtiyacın olduğu yerde tasarruf olmaz çocuklar. Tasarruf olursa da ihtiyaç karşılanmaz. Burası eğitim kurumudur!’’
Şaltere vurdu, çakmak taşına vurur gibi. Soğuk floresan ışığının tüm şehri aydınlattığını düşündüm.
Şaltere vuranlara saygıyla.